29 Aralık 2011 Perşembe
Kumbara
Çocukluğumda gösterişli kumbaraları olup, deliler gibi para biriktiren arkadaşlarıma çok özenirdim. Kumbaralarını gözümüzün önünde açar, o zaman dünyalar kadar fazla gelen paraları teker teker sayarlardı. Bendeki bu kumbara aşkını farkeden Annem bana bir kumbara almıştı. Para biriktirmek gibi bir amacım yoktu, en azından ilk amaç değildi, tamamen zevk işiydi.
Başladım... Kumbarayı salladıkça içerisinden gelen ses toklaşmaya başlamıştı... Sonunda nefsime uydum, uzun ve ince para deliğini 90 derece kesecek şekilde şiddetli çekiç darbeleriyle kumbarayı kırmıştım. Bir banka soyulduğunda nasıl zengin olunuyorsa, o an ben de o kadar zengindim. O para, kendim biriktirdiğim için dünyanın en tatlı parasıydı. Harcamaya kıyılmazdı normalde ama kumbara çoktan mazi olmuştu bir kere. Kumbara olmadan elbet harcanırdı zaten. Harcadık bir güzel... O günden sonra bir daha kumbaram olmadı.
Ta ki bugüne kadar. Topu topu 1 TL vererek, daha alırken bile başladığım tasarruf, bu kumbara(resimdeki değil) ile sürüp gidecek diye umut ediyorum. Damlaya damlaya göl olacağını şu yaşıma kadar bilmeme rağmen, günübirlik yaşamaktan kendimi alıkoyamamıştım ve bugünü milat ilan ediyorum. Bu kumbara, sadece içerisinde birikecek 50 TL'yi değil, bir ömür sürecek 'parayı har vurup harman savurmama' özelliğini benimsememe yardımcı olacak.
En azından şu an hayatımdaki imgesi bu.
24 Aralık 2011 Cumartesi
Avea
Şimdi avea'nın genç paket diye bir uygulaması var ve 19 TL, reklamlarda dönen ısrarla herkes için ;
HER YÖNE 500 DK
10000 AVEA İÇİ, 1000 HER YÖNE SMS
1 GB İNTERNET
sloganıyla yola çıksa da bu sadece numarasını taşıyanlar için olup, hali hazırda müşterisi olanlar için her yöne 500 dk değil, avea içi 1000 dakika verir.
Buraya kadar her şey normal olabilir pazarlama stratejileri vs.. Asıl anlatmak istediğim yere gelirsek;
Şimdi bu genç paketi kullanmanız için hattınızda 19 tl bulundurmalısınız, gittiniz avea bayi'nden 20 tl aldınız ve mal gibi bu paketin aktif hale geçmesini beklediniz....
Çok beklersiniz çünkü 1.1 tl telsiz kullanım ücreti diye devlet'e vergi ödüyorlarmış onu sizden kesiyorlar. Kaldı mı elinizde 18.9 tl..
N'apıcam n'edicem diye düşünürken siz arkadaşınıza haber verir, durumu anlatır ve size 1 tl yollamasını istersiniz ve yollar...
19.9 tl'niz vardır artık ve genç paketin aktif olmasını beklersiniz...
Daha çok beklersiniz efendim, 3 gün bekleyip dayanamayıp müşteri hizmetlerini ararsanız (3 tl gider muhtemelen) tek çarenizin yeni tl yüklemek olduğunu öğrenirsiniz.
Yani birinden borç alarak bunu yapmanıza izin vermez avea, size 1000 tl atsalar bile mutlaka tl yüklemelisiniz ve unutmayın bu tl yi yüklediğinizde dahi 1.1 tl sizden her yüklemede kesilir :)
Gidersiniz en az miktar olan 7 tl'yi de aldıktan sonra ancak kavuşursunuz genç paketinize efendim. Hayırlı olsundur artık sizin için.
Numara taşımada birinciyiz olsun o kadar.
Çok mu Uzak?
İlk başladığımda böyle değildi. Tercih ederken de, istemiyor değildim.. Ama şu anda geldiğim aşamada; önceki fikirlerimle bir uyuşmazlık söz konusu. Zamanla soğumak mı deriz ne deriz bilmiyorum, okumak zorunda olduğum için ve sorumluluk iç güdüsünün getirisi olarak okuduğum bir okulum, geçmekte zorlandığım ve neredeyse tırnak kadar ilgi duymadığım derslerim, nedensizce sevmediğim hocalarım mevcut. Üniversite hayatım istediğim gibi gitse de, istemediğim bir şeye az da olsa çaba gösteriyor olmam, bunun sonucunda elime neredeyse hiçbir şeyin geçmemesi, üzüntü verici. Ve umduğum; bunun sadece gelip geçici, şu an yaşadığım bir duygu olması..
Bu durumumu kendime "istediğim" bir hedef koyarak yenmeyi planlıyorum. Hedef belli; çaba gerektiren; ama gerçek bir arzu ile ulaşılabilecek cinsten. Artılarla, eksilerin birbirini götürdüğü gibi bu ikisi de birbirini sıfırlar belki.. Bu konuda göstereceğim çabanın boşa gitmeyeceğine eminim. Şu an bunu düşünüyor olmak bile; daha olumlu bakmayı sağlıyor sanki.. Evet öyle..
21 Aralık 2011 Çarşamba
Rahat Mı Batıyor Bize?
19 Aralık 2011 Pazartesi
Juno
85-90 jenerasyonunda yeterli kalite ve yetenekte aktrislerin olmaması Ellen Page'in ekmeğine yağ sürüp, kariyer basamaklarını bir bir çıkmasına neden olsa da bu onun kötü bir aktris olduğu gerçeğini değiştirmiyor bence, değiştirmemeli de.
Filme dönersek, filmin konusunu izlemeyenler için kısaca belirtelim, esas kız, esas oğlandan hamile kalıyor. Kız, çocuğu doğurmaya karar veriyor ve evlat edinmek isteyen bir aile buluyor. Sonra bazı şeyler değişiyor, olaylar gelişiyor...
Gel gelelim, Juno, bu eleştirilerime rağmen izlenebilirliğinden bir şey kaybetmiyor. Son sahnesinde çalan şarkı sonrasında, filmi kapatırken X tuşuna mutlu bir şekilde basacağınız gerçeği değişmiyor.
18 Aralık 2011 Pazar
Kalenderlik ve Yiğitlik
Kalender olmak kolay mıdır? Bunu düşünüyorum bu aralar. Öyle dünyadan ümidi kesip hiçbir şeyi umursamadan yaşamak. Bence cesaret istiyor. Mert olmak, lazım yiğit olmak lazım. Veya sadece bıkkın olacaksın. Aslında sen olmayacaksın, hayat seni bıkkın yapacak. Öyle ki eskiden yaşama sevinciyle dolu şiirler okurken parlayan gözlerin artık solgun bakacak, idealleri uğruna ölmüş kahramanlarının resimlerine. Onlar ki bu yaşamı sevdikleri için öldüler, sense: bıkkınsın, kalendersin. Ne kadar yakışıyor ki sana bu? Yakışıyor mu? Yakışmak mı? Bir şeyin bir şeye yakıştığını düşünmek kategorize etmektir şeyleri. Siyah takım elbiseye mavi kravat yakışır. Peeh! Peki mavi kravat siyah elbiseye yakışmak istemiyorsa? Hayat da böyledir işte. Hayat seni bir şeylere yakıştırır; sense sesini çıkartmazsın belki de çıkartamazsın. İşte burası önemlidir. İkiye ayrılır bu durum. İkisinde de yiğitlik öne çıkar. Sen bu kalenderlikten memnunsan her gün katlanarak büyüyen üzerindeki bakışları görmemek için artık vurdumduymazlık yetmez, biraz yiğitlik gerekir. Öbür durum için sen bıkkınlıkla beraber gelen kalenderliği istemiyorsan yine yiğitlik gerekir. Çıkıp bağırman gerekir ulu orta eskisi gibi. O içine attığın her şeyi tek tek hem de hiç duraksamadan peşi sıra. İşte o zaman mutlu olursun hem kalender hem yiğit.
13 Aralık 2011 Salı
Farkında Olmak
Sanırım bu yazdı. Sirkeci-harem feribotunda giderken arabaların düzenini sağlayan elemanlardan birini izliyordum. Gelen arabalara sağa sola hareketleri çekiyordu. O ara bir jeep geldi. Benim eleman şoföre eliyle sağ tarafı gösterdi. Tabi ki bu hareketi bir kere değil 4-5 kere tekrarladı. Onca arabaya aynı hareketi yaptığı halde bu jeepten inen amcık ağızlı abimiz benim elemana ‘’ daha nereye giricem sağ sağ yapıyorsun, anladık herhalde’’ diye çıkıştı. Bu amcık ağızlı abimiz maksimum 30 yaşındadır. Yani legal yollarla altındaki jeep’e kendi parasıyla oturmasının imkanı yok. Bundan olacak ki karşısında asgari ücretle çalışan emekçi abimizi görünce utanmadan çıkışmaya başladı. öyle ki bu onun hakkıydı çünkü bir hizmet alıyordu ve şikayet etme hakkı vardı.
Ama benim kafamı kurcalayan hadise bundan sonrası. Bu amcık ağızlı abimiz dediğim gibi zaten amcık ağızlı daha fazla kurcalamaya gerek yok.
Şimdi bu emekçi abimiz ‘’sikerim lan işini gücünü sen kimsin piç! ‘’ diye gaza gelip bu amcık ağızlı abimeze saldırsaydı ne olurdu?
Bence şöyle olurdu: İlk önce bu adama dava açarlardı. Linç girişimi cart curt. Sonra haberlere çıkardı. ‘’ 24 yaşındaki A.K.G. 32 yaşındaki amcık ağızlı K.U.’ ya saldırdı. Olaydan sonra ne olduğunu anlayamayan amcık ağızlı K.U. ‘ nolduğunu anlayamadım bir anda üstüme atladı, şikayet edicem ben hali vakti yerinde işi gücü olan bir insanım’’. Biz de tabi o esnada açacağız gazeteyi ‘’ işlere bak ya sokakta bile yürünemez oldu artık’’ diyeceğiz. Bu a.a. K.U. sonra olayları arkadaşlarına anlatacak. ‘’ ya abi eğitim olmayınca böyle oluyor işte. Doğurup atıyorlar sokağa ondan sonra ona buna saldırıyorlar. İşlerini doğru yapsalar bari yok.’’ Oradan biri lafa girecek ‘’ ay canım inan öyle; geçenlerde bizim orospu çocuğu Faik abiye de aynısı olmuş. Adama kapıcısı saldırmış. Düşünebiliyor musun kapıcı, o.ç. Faik abiye saldırıyor? ‘’.
Lafı çok uzatmaya gerek yok. Hali hazırda kimin orospu çocuğu veyahut amcık ağızlı olduğu gayet açık.
Şimdi ise bu yazıyı okuyan bazı zengin ‘’piçi’’ arkadaşlar amma da abartmışsın diyecekler. Size yemin ediyorum abartmıyorum hepiniz orospu çocuğusunuz.
6 Aralık 2011 Salı
Durmaya Çalışıyor Zaman Vol 3
Garip değil mi Derin? Benim seni yazan. Seni yazan benim.
Oha sabah olmuş! Ne garip tepki bu böyle sana yakıştı mı hiç? Yakıştırıp yakıştırmamak senin elinde, istemediklerini yazmayabilirsin? Emin misin, çünkü ben hiç sanmıyorum, her şeyi yazacağım her hissettiğini, düşünmediğini zannettiğin ama beyninin kıvrımlarına saklanmış düşünce kırıntılarını bile rastlayabildiğim kadar yazacağım ama utanmamalısın bundan çünkü benim seni yazan, seni yazan be-ni-M.
Benliği çalınıyordu sanki. Bu günde, şimdi de böyle bir korku sardı yüreğini. Kendini farklı saydığı bütün bu insanlardan birdenbire hiç ama hiç bir farkı olmadığını hissettiği an, gözleri kaskatı dondu, sabitlendi duvarla kirişin birleştiği yerde. Sonra sakince düşünmeye başladı, yapabildiklerini söylediklerini, zavallı yönlerini bir bir açığa çıkardı ve zavallı yönlerinin aslında zavallı olmadığını kendine ispata girişti. Bir kere herkes kadar sevgiye muhtaç değildi, daha da fazlasına muhtaçtı doyuramazlardı, gerçi kimse denememişti ama olsundu hiç doymayacakmış gibi hissederek yaşıyordu. Bu önemli bir farktı. Düşündü. Aklına gelen: yanına kimsenin yanaşıp arkadaşlığını sunmayışı oldu. Oysa dedi, bir kız gelip bana “beni tanımanızı çok istiyorum” deseydi dünyalar benim olabilirdi: bu bir zayıflıktı. İnsanlar bunun tam tersini yapıyordu çünkü yanına yaklaşanlara köpek muamelesi yapıyor sonra da hiçbir şey yaşanmamış gibi hayatına devam ediyordu. Bunu defalarca yaşamıştı Derin. Kızların gözlerine güvenip üzerlerine koşmuş ve her seferinde elinde garip bir gitar ritmiyle yere bakarak geri dönmüştü ve düşündü: bu insanların zayıflığıydı, kendisini -Derin i- tanımak istemeyen bir kız kendi beyninin kabuğundan bile utandığının farkında bile değil seni reddederken dedi sense karşındakini tanımak için kanını bile satarsın kızılaya işte aradaki fark bu, sen o aşkı reddedilmiş liseli kız değilsin rahatla sakin ol, senin adın için delirenler var içimizde biliyorsun, Olric i düşün sensiz ne yapa---------------- Sen nerden biliyorsun Olric i? Yazdıklarımı okudun değil mi? Şimdi tarafsızlığına nasıl inandıracağım insanları? Gecenin köründe senle uğraşıyorum, yaptığın iş mi şimdi senin? Peki, en azından bundan sonrakileri okuma rica ediyorum lütfen ya. Olric ne olacak? Sende kalabilir, ama ne olur dikkat et olur mu? Tamam,tamam kızma bu kadar, yapmam bir daha-------------
Yattığı yerden kalktığında tekrardan tanrı olduğuna inanmaya başlamıştı en azından bu şehrin tanrısıydı yapamadığı bir çok şey olduğu doğruydu mesela uçmak gibi ya da istediği insanı dövebilmek ama unutulmamalıydı ki tanrı(!), sayıldığı her dinde özgür iradeye dokunamayan çulsuzun biri olarak görülür, hatta tembeldir her şeye gücü yettiği halde dinlenen tek varlıktır kendisi, bu yüzden yapamadığı şeyler yüzünden Derin tanrılığından en azından tanrılık hissinden vazgeçecek değildi.
Koridorda babasının resminden gözlerini kaçırarak mutfağa girdi alt tarafı bir bardak su içecekti, ne çok tantana yaratmıştı bu mavi yaratık, neden gidip şu bankalardaki kendiliğinden su akıtan aletlerden almamışlardı sanki, izlediği filmlerle ters düştüğünü kendisi de biliyordu, kuyulardan su içmeye özenirken şımarık bir piç edasıyla konuştu ama durduramamışt kendini birden söyleyiverdi işte, bu onu kapitalist mi yapıyordu şimdi? Yabana kaçsam almayacaklarmı beni kim karışır diye düşündü ve birden bütün haklarımı elimden aldı§
Annem niye yatıyor ki, bu kadar çok uyuması çok saçma değil mi? Sonuçta benim kanımdı ölen asıl sonsuz uykularla hayatı unutmaya çalışması gereken benken ne yapıyordu bu kadın böyle sonuçta sevdiği adamdı kendi kanından birisi ölmedi ki? İnsan başkasını sevebilirdi ama insanın bir tane babası olur anladın mı? BİR TANE. Su selesi ile ilgili sinirinin bu düşüncelerini çok daha baskın bir şekilde ifade etmesine yardım ettiğini anladığında çıktı mutfaktan, uzaklara gitmeliydi
Tekrar uzandı, bu sefer uzandığı koyu yeşil bir kanepeye. Kullandığı plastik dikdörtgen prizma avucunda hitlere selam durmuş bir asker gibi gösteriyordu onu, bir bakıma ironik bir durumdu, milyonları uyutan bu iki varlığın da önünde aynı hareket yapılıyordu.İlginç diye geçirdi içinden, izlenecek hiçbir şey yok.
4 Aralık 2011 Pazar
Socrates !
Tam adı Socrates Sampio De Souzo Vieira De Oliveira.
Canlı hiç izlemediğin bir futbolcuya ne kadar saygı duyabilirsin? Sanırım ona ve Cruyff’a duyduğumdan daha fazlası olamaz.
Socrates’ i tanıyıp da aynı zamanda tıp doktoru olduğunu bilmeyen yoktur. Ama aynı zamanda Felsefe doktorası da yapmıştır. Sadece bunun için yani hem futbol oynayıp hem felsefe doktorası yaptığı için bile ona ne kadar saygı duysak az.
Onun hakkında Ali Ece abimizin yazdığı bir yazıyı okurken idollerinden birinin Che Guevera olduğunu öğrenmiştim. Açıkçası bu beni çok şaşırtmamıştı. Ne de olsa o futbolu bıraktıktan sonra gerçek mesleğini yani doktorluğu yapmaya devam etmişti. Hem de parasal bir kaygısı olmadığı halde.
Socrates’in herhalde en çok bir de Beşiktaş’ta oynamasını isterdim. Evet o zaman için imkansızdı. Ama napalım biz de Corinthians forması da olsa giydiği siyah beyaz çubukluya bakarak yetiniriz.
Rahat uyu Socrates !
30 Kasım 2011 Çarşamba
Eşitsizlik Üzerine
Ben de eşitsizlik üstüne düşünürüm uzun zamandır.Bir arkadaşımla birlikte maç izlerken gözümüz simit satan abiye takılmıştı; herkes eğlenirken o akşamleyin elindeki simitleri satmayı düşünüyordu. Herkesin eğlendiği o alan onun için bir pazardı. Çocuk yaştaydık bunları düşünürken. Yıllardır zıtlaşan iki kutup arasında gün geçtikçe uçurum daha da büyüdü. Arada kalanlar da oldu tabii. Bir taraftan simit satanlar kafalarının üstünden tezgahlarını indirdi, diğer taraftan simit sarayları açıldı. Büyüklerimiz der ya, eskiden şu vardı bu vardı, ne güzeldi artık yok! Her şey tek tipleşiyor, belki biz farklı olmayı özlüyoruz.
Aslında bu yazıyı yazmak sınav sonucum açıklandıktan sonra aklıma geldi. Keşke bir cihaz bulunsa beynimize ulaşılsa ve öğrenilenler bu şekilde kontrol edilse tarafsız bir komisyon tarafından(ne kadar tarafsız olursa artık). Hem böylece demokrasi dersi veren hocaların kendi "partici" görüşlerini öğrencilerine empoze etmesi ve sınav kağıdında bunları istemesi de biterdi belki.
Nefret
29 Kasım 2011 Salı
Her Şey Biter
Durmaya Çalışıyor Zaman Vol 2
Mükemmel bir müzik zevkine sahipti. Evet, bunu bir yerlerden almıştı sahip
duyduğu öğütleri zararına satmış ancak bütün parasını liseli bir kızla yedikten
sonra ancak melankolik şarkıları alabileceğini fark etmişti. Yine de karşısına
müthiş bir fırsat çıkmış ve tanıdığı bir çocuk sayesinde-Derin- çok ucuza,
biraz da borçlanarak çok iyi bir müzik zevkine sahip olabildi.
bile asla anlayamayacağı duygu yığınlarıydı. Bir albatrosun kanadıydı bu oda
kadar, üst üste duran kitaplar uçurtma cinleri kadar… Mesele zaten bir insanın
önemsemesi değildi, mesele zaten hiçbir zaman bir insanla ilgili olmazdı:
mesele buydu. Bunu aşamadığı için-ya da aşmak istemediği ve bu şekilde kendine
daha rahat bir şekilde acımak istediğinden- ikili ilişkilerinde hiç başarılı
olamadı. Hiçbir konuşmadan mutlu olmuyor ve ona öyle geliyordu ki sanki havada
akıp giden sözcükleri tutup konuşmasına çekiyordu. Seçtiği sözcükler tamamıyla
rastgele belirleniyordu. Şans işi; oldum olası kazıyamadığı kazı kazanlar da
bile kimseye bir şey çıkmadığını bildiğinden yahut çıkan kimseyi tanımadığından
şans oyunlarına inancını yitirmişti. Birkaç kere denediği sayısal lotonun bu görüşe
olan katkısı da yadsınamaz. (Polis tutanaklarında aynen bu cümle geçiyordu). Bu
sebeple konuşurken işi şansa kalıyordu, bundan şiddetle nefret ediyor bu
hususta elinden gelen herkesi susturmaya niyetleniyordu. Kendisi de biliyordu
niyetli olmak yetmeyecekti. Hiçbir işin yarısı başlamak falan değildi. Başlamak
o işi daha fazla uzatan bir şeydi. Yoksa bu güne kadar sayısız işe girişmişti
hiçbirinde yarıya kadar geldiğini hatırlamıyordu. Başlamak 100 se 120 yapmaktı,
çocuksa bebek yapmaktı bir insanı, başlamak nefret edilesi bir olaydı neyse ki
çabucak olup bitiyordu.
Konuşmak konusunda hissettiği ve farkında olmadan asıl sebep saydığı sorun her zaman söylenecek sözlerin kalması ve bunların içinden bir kaçının seçilip gerisinin çürük üzümler gibi hiç yüzüne bakılmadan unutulmasıydı. İnsanlar doğru sözcükleri seçtiğinden nasıl bu kadar emin olabiliyordu. Bu imkansızdı. Kendisi bile – insanları yargılayabildiğine göre onlardan küçük veya büyük bir farkla üstün olduğunu düşündü- hiçbir zaman emin olamamışken doğru sözcükleri seçme konusunda, insanların bunları hiç düşünmeden konuşması ve sonrasında sanki yanlış hiçbir şey yaşanmamış her şey yolundaymış gibi davranmaları Faruk’u konuşma konusunda içinden çıkamadığı duygulara kapılmasına yol açıyordu. Ancak mecbur kaldığı ve derdini anlatmak ihtiyacı duyduğu anlarda her ne kadar yadırgayıp yeni yürüyen ceylanlar gibi sözcük boşluklarına takılıp düşse de hal hatır sormak için ko-nu-şu-yor-du.
Demir kapıyı arkasında bıraktığında Faruk, Derin le buluşacağı akşamı düşünüyordu. Derinin babası geçen hafta ölmüştü. Aile dostları Derin e destek olmak için biricik sevimli oğulları Faruk’u Derin i ortamından uzaklaştırmak biraz olsun babasının acısını unutturmak için yolluyorlardı. Oysa Faruk tam tersini acısını unutturamayacağını aptal saptal sözlerle Derini daha çok üzeceğini düşünüyordu. Ne vardı bıraksalardı da evde oturup bilgisayar oynasaydı, belki herkes kendi acısını yaşamalıydı. Tecrübeyle sabit olamazdı ya her şey. Buna aklı ikna olsa yüreği sızlardı. Bu yüzden eveden çıkmayı kabul etti.
Bir gün kendi babasının da öleceğini düşündü. ‘Her şey ne kadar senaryo ve ne kadar yaşanmamıştı’ kendi başına gelince de bu kadar dışarıdan bakabilecek miydi olaylara?
28 Kasım 2011 Pazartesi
Adını Ergen Koydum
Kanar Bölük Olan Oluk Oluk
Sevmek ne berbat bir duygu birinin varlığıyla mutlu oluyorsun, yokluğunu düşünmek bile kabus. Geceleyin fırlıyorsun yataktan, onu görmek için tatlı sabah uykusundan kulağında onun sesi çınlayarak uyanıyorsun.
Elalemin kaprislerini çekmek yeri geldiğinde kendinden fedakarlık yapmak gerekiyor ve bundan zevk almak ya da öyle olduğunu sanmak ya da sadece alışkanlık.
O kadar muhtaç mı insan ilgiye, şefkate?
Öyleysek, ihyiyacımız olduğunu hissediyorsak birine, bu hayatın bir esiriyiz biz de.
Tek başına yaşayıp, tek başına ölen insanoğlunun bu dünyaya esirliğidir sevmek, aşık olmak. Ölmeyi düşünmese de her ne kadar, hissetmesidir belki taşıması gereken yükü paylaşabileceği bir yoldaş edinmeyi kendine. Kriz tutar belli aralıklarla kapitalizm misali. İlla ki birileri batar birileri çıkar. Ne kadar yanılırım bilmiyorum ama:
Başlar iç savaş kısır döngü içimizde çatışma, çelişme...
Bıraksalar Da Yürüsek
Onlar için acıdır yalnızlık, acizliklerinin fısıldanışıdır kulaklarına. Daha önce hiç kalmamışlardır kendileriyle başbaşa. Kendi kendilerine konuşurlar, şarkı söylerler, korkarlar sessizlik denen arkadaştan.
Onlar dedim işte bizim dışımızda, sizin uzağınızda kalanlar.
Bunları düşündüğüm bir gece, kondu bir sinek gecenin kör karanlığında serçe parmağımın tırnağına. Koyuldu uzun bir yürüyüşe, kıllı kollarım onun için orman oldu, cildim karlı bir yoldu. Kolum ona dünya oldu, onun dünyasını durdurdum bir tokat yetti buna. Ağlayamadı, gülemedi... Kimse anlamadı, kendisiyle beraberdi.
24 Kasım 2011 Perşembe
Hobi
Hobi'yi tarif etmek gerektiğinde karşımıza çıkan sonuçlar bunlar; "insana yaşadığını hissettiren şeyler", "boş zamanların vazgeçilmez uğraşları", "günlük hayatın cilaları", "deşarj olmak için yapılan şeyler", "gönüllü meşguliyet".
Hakikaten hepsinde bir doğruluk payı var. Her insan kendi ilgi ve merakı çerçevesinde bir takım hobilere sahip olmalı. Kimi insan edebiyata ilgilidir kitap okur, kimisi fotoğrafa ilgilidir fotoğraf çeker vs. Bu işin sonu yok. Biri için "iş" kabul edilen bir şey, diğeri için de "hobi" olabilir, buna da şüphe yok.
Hobilerin, renkler ve zevkler gibi göreceli, kişiye ve onun ilgi duyduğu, yaparken zevk duyduğu şeyler olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak biz, bizden tamamiyle farklı bir ortamda, tamamen farklı şekilde yetişmiş başka bir insanın hobisine hangi hakla salakça diyebiliriz ki? Diyemeyiz değil mi? Dememeliyiz.
Fotoğrafta görüldüğü üzere adam ilgi duyduğu bir konuyu genişletmiş ve fotoğrafçılık eklemiş. Uğraş verdiği şeyden zevk aldığı belli. Ancak size bu fotoğrafın paylaşıldığı, adını vermeye gerek görmediğim bir facebook grubunda, fotoğraf ile alakalı birkaç yorumu sunacağım:
"Profesyonel işsiz."
"Bence bu adamın psikolojik sorunları var."
"Aklından sorunu var."
"Rahatsız bu rahatsız, kesin rahatsız."
"Mal bu herif, bu malzemelere o kadar para vermem."
"Akraba evliliği."
"Mal herifin verdiği paraya yazık."
"Rahatsızlık böyle bir şey..."
Hayatının büyük bir kısmını Facebook, Twitter gibi sitelerde geçiren bir kesim için bu yorumlar çok da çelişkili değil. Onlar bu... Ve bu şekilde düşünüyorlar. Onlar hep vardı, hala varlar ve hep olacaklar. Onlar oturdukları yerden, at gözlükleriyle herkesi değerlendirip, eleştirecekler. Tarih boyu varlardı, hep var olacaklar...
21 Kasım 2011 Pazartesi
Maskeli Balo
19 Kasım 2011 Cumartesi
Durmaya Çalışıyor Zaman Vol-1
Durmaya çalışıyor zaman. Bütün anları birbirine bağlamış, sıkıca tutunmuş ayak diriyor , durmak için saatleri seçiyor, dolmuşlar gecikiyor, gidip söylemek zorundayım duraktakilere dolmuş gelmeyecek çünkü zaman durmaya çalışıyor.
Gidemiyorum, güçlü bir ağırık var üzerimde. Yarımyamalak oturduğum bu sandelyeden kalkamıyorum. Kaldırmalıyım kendimi zorla. duraktakilere, hastanedeki hastalara, sevgilisini bekleyen aşıklara gidip söylemeliyim, gelmeyecek kimse, sen gideceğin yere geç kalacaksın, sevdiğin kız : aklında kim bilir ne hayaller vardır ‘sen misin onu seven’ diye düşünmek için bile erkenken sen bir de kız sevmeye mi kalktın salağım, bedensizim, düşleri asılmışım, ölmüşüm ben Olric. Evet hastanede doktoru bekleyen benmişim meğerse, bacağımdan vurmuşlar beni: çıktığım o uzun yürüyüşlerde hani sen hatırlamazsın, onlarda işte vurdular beni. Bacağım acımıyor aslında, sen mi vuruldun olric. Kim kimdik, sen ben sıla bi de o kız mı vardı? Selin? Yok canım saçmalama hadi kalk pizza yemeye gidelim, iyice şaşırdın Olric. Kitap okutmayacağım daha fazla sana, böyle yalan yanlış kızları zaten hep sen sardın başıma! Her defasında da söz verdin yok olmayacak diye bu başkaymış yok efendim elleri minicikmiş kokusu devleri bile kendinden geçirirmiş. Ne yaptınız efendim ben öyle bir şey demedim. Dedin olric . demedim efendimiz, ben hiçbir şeyi unutmam bilirsiniz. Bilmez miyim olric. Ben hissettim mi o zaman bunları. Tanrı varsa kahretsin bizi. Söylene söylene ölelim olric. Kapalı çarşıya atsınlar cenazemizi sonra koşa koşa gidip balık ekmek yesinler, kokumuzdan kimse kepenk açamasın, çürüdükçe çürüyelim et balık kurumu gibi kaçak et olalım.
Hadi kalk pizza yemeye gidelim. Efendim Zaman? Ne olmuş zamana? Durmaya çalışıyordu ya, nasıl da unuttunuz hemencecik, aslında sizin de içiniz deli gibi yaşamak dolu efendimiz, çok seviniyorum bu halinize. Zevzek zevzek konuşma olric yerini bil, zamanı ben durdurdum ben açarım. Pizzacıyı ara eve getirsin kızdırdın beni çıkamam bir yere§
Sözlerdi söylenen ve en güzel beynin içinden, birisi dışarıya baktı dünyayı görür gibi oldu içi karardı Olric e kızdı. Canından can aldılar yerine koymamak üzere hiçbir şey. Düşünecek, zamanla daha çok düşünecek ve farkettiği an kalbi durcak gibi sanki fenalık. Babası öldü değil ki olmayacak şey.
18 Kasım 2011 Cuma
Çoğunluk
Mertkan'ın film boyunca en fazla sarf ettiği söz olan "Ne alakası var olm?", Mertkan'ın çevresindeki insanlar ve o insanların Mertkan'a bakış açıları, ondan beklentilerini büyük bir ölçüde anlatıyor olsa da, düzlemdeki bazı noktalar arasına bir çizgi çizerek doğruya dönüştürmekte fayda görüyorum:
-Mertkan, Kürt bir kızla(Gül) sevgili. Çevresindekiler, özellikle babası bu durumdan oldukça rahatsız. Sürekli baskı yapıyor.
-4 yıllık bir üniversite bölümü kazanamayan Mertkan, 2 yıllık bir bölümde okuyor. Okuyor ama okula gitmiyor. Ama okulu, okumayı seven biri de değil zaten. Gerçi neyi sevdiği de belli değil, en azından belli etmiyor.
-Yaşı geldiğinden çoğunluk tarafından, "Askerlik ne zaman?" sorusuna maruz kalıyor. "Okul bitsin de kısmetse askerliği de yaparız" diye geçiştiriyor.
-Kürt sevgilisini arkadaşları bilmiyor. "Abi 1 kere takıcan, sonra salıcan hatunu" laflarına karşılık sevgilisi hakkında "Ben de öyle yaptım zaten" diyor.
Çoğunluk her zaman galip geliyor. Mertkan hayattan soğuyor ve birçok sahnede de görüldüğü üzere sinirli bir tavır sergiliyor, yeri geliyor ağlıyor, yeri geliyor çıldırıyor. Televizyonun çekmemesi gibi ufak aksaklıklar onu çileden çıkarmaya yetebiliyor.
Çeşitli noktalarda filmin havada kalan fikirleri var. Gül'ün okuyup okumadığı, gidişat açısından önem arz etse de izleyiciyle paylaşılmıyor. Çoğunluğun ayrımcılığı neredeyse film boyunca ön planda olsa da filmde de bir kısım ayrımcılık vuku buluyor. Gül karakteri ailesinden kaçarak okuyor, yeni tanıştığı bir erkeği evine çağırıp o gün birlikte oluyor, evlatlık olarak aldığı bir kızı dilendiriyor... Yönetmen de bu konular hakkında bir genelleme mi yapıyor? Yoksa sadece öyle gerektiği, öyle olduğu için mi böyle? Bu tip sorular havada kalıyor.
Yine de bu tip olumsuzluklar Çoğunluk filmini fazla lekeleyemiyor, izlenmesi gerekliliğinden bir şey kaybetmiyor.
15 Kasım 2011 Salı
Şartlanmak
İnsanlara bazı zamanlarda bazı şeyler çok zor gelir, önce kafamızda problemi bir labirentin sonuna koyarız ve o probleme önce kafamızda ulaşmaya çalışırız. Eğer mental olarak o probleme ulaşamazsak başarmayı veya en azından denemeyi bile düşünmeyiz.
Peki bizi böyle düşünmeye sevkeden şeyin olaya kendi mantığımızın çerçevesinde baktığımızdan resmin bütününü göremememiz olduğunu hiç düşünmüş müydünüz ?
Öncelikle belirteyim best-seller mantığına sonuna kadar karşıyım. Her ne kadar improbable adlı kitabı Türkiye'de facebook özlü sözlerine dönüşmeden önce okumuş olsam da ve her ne kadar kitapla uzaktan yakından alakasız insanların yanında süs köpeği gibi dolaştırdığı bir kitap olsa da günümüzde, bakış açım biraz değişse de, bu kitapta öyle bir pasaj var ki yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı özetler;
--spoiler--
"birden aklına çocukken sirke gidip filleri ilk gördüğü gün geldi. üç tane fil vardı ve bu altı tonluk canlıların kaçmaması için ayaklarına ince birer halat bağlamışlardı sadece. nava 'nın aklı karışmıştı. babasına neden hayvanları ipleri koparmadıklarını sorduğunu hatırlıyordu.
"bu koşullanma ile ilgili birşey." diye açıkladı babası. "filler daha bebekken kalın demir zincirlerle bağlanırlar. o ilk aylar boyunca da ne kadar çabalarsa çabalasınlar, bu zincirleri kıramadıklarını görürler.
"ama ipler zincirlerden daha ince." dedi nava. "filler ipleri koparabilir."
"evet. ama eğiticiler filler zincirleri koparamayacaklarını öğreninceye kadar ipleri kullanmazlar. bak nava, aslında o filleri orada tutan ipler değil, akıllarındaki koşullanma. işte bu yüzden bilgi önemlidir. eğer bir şey yapabileceğini düşünürsen, aslında mümkün olmasa bile yapabildiğini görürsün. eğer yapamayacağını düşünürsen, o zaman da çoğunlukla yapamazsın, çünkü yapmayı denemezsin bile."
--spoiler--
Sanırım bu pasajdan sonra yorum yapmayarak yazımı sonlandırıp, adam fawer'a saygı duruşunda bulunmalıyım.
14 Kasım 2011 Pazartesi
Orhan Veli
Orhan Veli, belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve kafası hafif yaralanır. Önemli bir şeyi yoktur, kalkar yoluna devam eder. Tam 2 gün sonra öğlen vakitlerinde yemek yerken fenalık geçirir ve hastaneye kaldırılır. Beyinde damar çatlaması yaşanmıştır, ancak doktorlar bunu anlayamaz. Alkol zehirlenmesi tedavisi uygularlar... Aynı gün akşam 20:00 saatlerinde komaya girer. 23:20 sularında ise Cerrahpaşa Hastanesi'nde vefat eder... Lisede edebiyat hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar onu son saatlerinde ziyaret etmiştir, ölümünün ardından şunları söyler:
"Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan'ı Cerrahpaşa Hastanesi'nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerin yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zeka, kendisi olmaktan çıkmıştı."
Orhan Veli, akla gelebilecek her şeyin şiire konu edinebileceğini savunur ve benim de çok saygı duyduğum bir şairdir. Birçok şiirini beğenirim... Ancak en sevdiğim şiiri, kısa, yalın ve eşsiz güzellikte olan Gülümsüyorum şiiridir.
Sokakta giderken, kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım anlarda
İnsanların beni deli zannedeceğini düşünüp
Gülümsüyorum...
13 Kasım 2011 Pazar
Türkiye'de İnsanlar Sevişmiyorlar
Aşk Üzerine
9 Kasım 2011 Çarşamba
Dert Anlatma
Az önce daha önce okuyup okumadığımı hatırlayamadığım bir sözü okudum:
"Günümüzde, dünyadaki temel sorun; aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır."
Bertrand Russell’ın söylediği bu sözü kendime çok yakın bulmuş olacağım ki hemen ekşi’ye Bertrand Russell yazdım ve ilk çıkan entry’den kendisinin varoluşçuluğun babalarından biri olduğunu öğrendim.
Ne diyelim ki, selam olsun varoluşçu beyler, ağalar!
8 Kasım 2011 Salı
Dark Tranquillity
99 Depreminden önce, 97 yahut 98 senesi olması lazım. Abim eve, arkadaşından ödünç aldığı The Gallery albümü ile geldi. Dark Tranquillity serüvenim o an başladı, halen devam etmekte. Biraz daha kassam "Ben 6 yaşımdan beri metal dinliyorum ulan" geyiğini gerçeğe dönüştürebilirdim, olmadı, olamadı.
Daha metal müzik ne demek, hatta müzik ne demek doğru dürüst bilmeden böylesine şükela bir grupla tanışmak kağıt üstünde harikulade gibi gözükse de yan etkileri olmadı değil. Ne oldu peki? Çıta yükseldi... Zor beğendim, zor sevdim, zor dinledim... "Metal müzik dinler misin?" sorularına "Hayır, Dark Tranquillity dinlerim" dedim. Benim için metal müzik Dark Tranquillity demekti çünkü. Eskisi kadar olmasa da hala bir parçam bu fikri destekliyor...
6 Kasım 2011 Pazar
Zor Değil
Gazetelerin 3. Sayfasındaki haberler genelde kendi içlerinde benzerdir. Düzenli bir gazete okuyucusu 3. Sayfadaki haberlerin ilk iki üç cümlesini okuduktan sonra gerisini az çok tahmin edebilir. Bu haberlerin içeriği de cinayet, tecavüz, fuhuş, kavga derken uzayıp gider. Bu tarz haberlerde takıldığım noktalardan birisi fuhuş yapan kadınlardan bahsedilirken ki üsluptur. Bu sivri üslup aslında toplumdaki; hayat kadınlarına, cinsiyet tercihinden dolayı yadırganan insanlara bakışın, en somut kanıtıdır.
Sanmıyorum ki hiçbir kadın isteyerek fuhuş yapsın, isteyerek her gece başkasıyla birlikte olsun. Hele ki çalışmak için geldiği ülkede anlamadığı bir dili konuşan insanlar tarafından ülkesine bir daha hiç geri dönemeyeceğini bildiği halde pazarlanmak istesin. Veya cinsiyetini değiştiren bir insan minicik etekler giyip kafasındaki perukla kalabalığın o aşağılayıcı bakışları arasında sokaklarda gezmek istesin.
Bu noktada sadece soru sormak istiyorum. Toplumda yer edinememiş bir kadının karnının açlığından istifade edip o kadının vücuduna dokunduğunda onun hiçbir şey hissetmediğini bildiğin halde onunla ilişkiye girmek nedir? Tecavüz sadece sosyal statüsü toplumca üstte görülen veya toplumun içindeki savunmasız bir kişiye parasal karşılığı olmadan yapılan saldırı mıdır?
Bir diğer hadiseyse ülkemizde sıkça görülen küçük yaşta evlendirilme olayı.
13-14 yaşında bir kızın babası yaşında bir adamla, babası istediği için, abisi istediği için, kendisinin fikri bile alınmadan evlendirilmesi. Bu yine savunmasız bir insana istemediği bir şeyi yaptırmaktır. Daha anne sıcaklığını unutmadan koca yanında yatmak, daha doğrusu koca yanında yatırılmak, koca sıcaklığını hissetmek nedir? Daha kişiliğinin, karakterinin gelişmesini geçtim vücudu bile tam gelişmemişken o kız çocuğuyla birlikte olmak nedir?
Yakın zamandaki şehit olaylarında da gördüğümüz gibi ne yazık ki olumsuzluklara alıştığımız için tepki göstermek için olayın nicelik olarak daha büyük olmasını bekliyoruz.
Oysa orospu diyip geçtiğimiz insanlar için çok değil birazcık düşünebilsek, o insanları bir kere olsun anlamaya çalışsak, , kabullensek desek ki ne var ben de orospu olabilirdim, ben de bu kan emici yaratıkların eline düşüp pazarlanabilirdim, travesti diyip ilk görüşte şaşırıp insan değilmiş gibi baktığımız insanlara biraz saygı duyabilsek onları biraz kabullenmeye çalışsak, desek ki ben de DNA olarak farklı olabilirdim, ben de böyle olmak isteyebilirdim, küçücük kızların evlendirilmelerine biraz ses çıkartmaya başlasak desek ki ya benim de annem babam böyle olsaydı, ya ben de kendimi hiç tanımadığım kocaman bir adamın altında bulsaydım.
O kadar mı zor be? Hea?
O kadar mı zor, toplumun bize sunduğu pişirilmiş sıfatları bir kenara bırakıp, onları, yani aslında bizim gibi olanları anlamak?
2 Kasım 2011 Çarşamba
Halloween
2 günlük rötarlı da olsa size izlemeniz gereken 10 korku/gerilim filmini, bendeki değerlerine göre, gayet subjektif bir şekilde sıralayacağım. Buyrun efenim:
1. The Shining
2. Psycho
3. [Rec]
4. Alien
5. Saw
6. The Birds
7. It
8. The Blair Witch Project
9. The Faculty
10. Cube
İyi seyirler.
30 Ekim 2011 Pazar
İnternet Devrimi
Çocukluğunu, sokaklarda misket oynayarak, futbolcu kağıtlarını ‘’kapııııışşş’’ diye havaya savurarak, aynı zamanda da internet kafede, playstation kafede arkadaşlarıyla oyun oynayarak geçiren bir jenerasyonun parçası olduğum için mutluyum. Öyle ki bir geçiş sürecini sağlıklı yaşamak ve anlamak için asıl o sürecin öncesini ve sonrasını sağlıklı yaşamak gerektiğine inanıyorum. Bu bağlamda da olayı başlangıç aşamasından fena yakalayamamışızdır herhalde diyebilirim.
Bu geçiş döneminde kendimce gördüklerimi, hissetiklerimi bana göre küçük küçük de olsa yazmak, not almak gerekli. Ne bileyim bakarsın ölmeye yakınken hepsini baştan sona okurum nelerin değiştiğini nelerin değişmediğini, nelerin asla değişmeyeceğini görmüş olurum. Bunlara belki üzülürüm belki sevinirim şuan bilemiyorum, ama şimdi bunun için bir iki şeyden bahsetmek istiyorum.
Birincisi internetin hepimizin bildiği o kirliliğinin insanların kendisini mutlu hissetme güdülerine zemin hazırlaması. Şöyle ki bir olay sonucunda doğru da düşünsen yanlış da düşünsen hepsini savunabileceğin tonlarca sav var elinde. Bu savların tabi ki çoğunun kaynağı belirsiz ve birbirinin aynısı. Özellikle arama motorunda aranılan şeyin bir çok sitede aynı şekilde sunuluyo olması bunun en güzel örneklerinden biri. Aslında yine bunun en güzel örneklerinden biri de facebook ortamı. Geçen günlerde olan Van Depremi’nden sonra bazı hastalıklı beyinlerin paylaştıkları şöyle bir gönderi vardı ‘’ oyunu son seçimde %94 bdp’ye veren kısımın değil %6’lık kısmın Allah yardımcısı olsun’’. Bu cümledeki tonlarca girilebilecek yere girmiyorum ve sadece şunu söylemek istiyorum. Son seçimde akp %40, bağımsızlar %50’ye yakın bir oy almış Van’da. Salağın birinin bdp’nin boykot ettiği referandum sonuçlarını götüyle bir yerlere çekmesiyle oluşan argüman burada karşımıza çıkmış..
İkincisi ilk bakışta aklı başında bünyeleri kızdırsa da aslında insanların haleti ruhiyelerini çözümlemek için güzel bir hadise olan insanların kendilerini, farkında olmadan ifşa etmeleri. Şöyle ki ister tanıdığınız insanlar için facebook gibi ortamlar olsun, ister tanımadığınız ama aynı sokaklarda yürüdüğünüz Nejat baba’nın deyimiyle aynı güneşte kavrulduğunuz insanlar için sözlükler, forumlar,twitter gibi ortamlar olsun. Bu adamların iyi veya kötü olan düşüncelerinin, hareketlerinin ne olduğuna girmeyeceğim ama bana göre gerçek şudur ki; insan, nasıl kimi zaman çok çok güzel bir adam olabiliyorsa kimi zaman da içinde her türlü ibneliğin dolaştığı, nefretinden başka hiç boka sahip olamayan dünyanın en leş varlığı da olabiliyor. Dediğim gibi belki tanımadığınız belki de tanıdığınız ama 2-3 cümleden öteye gidemediğiniz adamları çözümlemek için internet bu geçiş sürecinde fazlasıyla işe yarıyor.
Bir sonuca bağlamak gerekir mi bilmiyorum fakat bu tarz şeyleri fark edebildikçe ufak ufak buraya yazmaya devam etmeye çalışacağım, diyelim ve bitirelim.
Esen kalın…
26 Ekim 2011 Çarşamba
Kynodontas
Can Evimden Vurdun
ellerin karanlık yalnızlığında
tıkandım kaldım geceler boyu
düşlerin karanlık yalnızlığında
tükendim kaldım günler boyu
can evimden vurdun
can evimden vurdun beni
dilerdim ki zamandan
zamandan
dilerdim ki yağmurdan
yağmurdan
dilerdim ki rüzgardan
seni
hep seni
dilerdim ki benlerden
dilerdim ki ölenlerden
dilerdim ki gülenlerden
seni
hep seni..
can evimden vurdun beni.
dilerdim ki insanlardan
dilerdim ki yalanlardan
dilerdim ki duvarlardan
seni
hep seni
sonunda..
dilerdim ki yaşamdan
dilerdim ki insanlardan
dilerdim ki barıştan
biraz huzur
heeep huuuuzzzuuuuuuuuurrrr
24 Ekim 2011 Pazartesi
korozyon.jpg
(Resmi direkt yeni sekmede açabilirsiniz)
6 Ekim 2011 Perşembe
Steve Jobs
2. Dikkatlice tasarıma odaklan.
3. Her bir basamaktaki detaylar için vakit harca.
4. Uç uca eklenmiş, ardışık sistemlerin bütününe bak.
5. Her şeyi en basit seviyesine indirge.
“Bir taraftan ‘dünyayı değiştirmek’ gibi büyük bir konseptle uğraşırken diğer yandan yazılım, donanım, sistem ve uygulamaları, bunlara bağlı ürünlerin tasarımları ile uğraşıyor.”
Huzur içinde yat Steve Jobs.
29 Eylül 2011 Perşembe
Kusursuz Cinayet
Bir insanı öldürmek savunulacak bir şey değil şu an için. Medeniyetler kurulmadan, güçlü olanın ayakta kaldığı dönemlerde belki bir insan öldürmek hakettiği ilgiyi görmemiş, üzerine düşünme zahmetine girilmemişti. Çünkü o zamanlar öldürmek bi nevi zorunluluktu. Bir insanı koruyacak ne bir devlet vardı, ne bir örgüt. Herkes kendinnden sorumluydu. E bu haller içinde yaşamak için, yemek için birbirine saldıran insanların güle oynaya ayrılması beklenemezdi. Onlar birbirlerini öldürdüler.
Toplumlar oluştu, medeniyetler doğdu, yeni fikirler, ideolojiler... İnsan, birbirlerini öldürmenin manasızlığını anladı. İnsan anladı ama bu sefer de devletler anlamadı. Halen daha anlamamaya devam ediyolar... Neyse, bu ayrı konu.
İnsanlar, en azından çoğu kişisel cinayetin yanlışlığı fikrinde birleşse de geri kalan kısım insan öldürmekte beis görmüyor. Ancak önlerinde duran bir şey var, yasalar, ağır cezalar, hapishaneler... Bu noktada ortaya çıkan kavram kusursuz cinayet oluyor.
İnsanoğlunun öldürme içgüdüsüne ne yasalar engel oluyor, ne ağır cezalar, ne hapishaneler. Birini öldürmek isteyenlerin bir oranını bu engeller caydırsa da halen daha her dakika onlarca insan öldürülüyor. Ama katiller yakalanmak istemiyor, ülkemizde yüzde bir olsa da planlı, hatasız, yakalanma olasılığı düşük, kusursuz cinayetler ortaya çıkıyor.
Kusursuz cinayetler gayet tabii bir değişkenlik gösteriyor. 200 yıl önce bir adamı ıssız bir sokakta, hiçbir tanık olmadığına emin olunup arkasından iple boğazına sararak nefes almasını engelleyip ölümüne sebep olmak kusursuz bir cinayet olabiliyorken, bugün o cinayet kusursuz değildir. Neden değildir, olay mahalline düşen bir saç deli, etraftaki doku parçaları, parmak izleri vs. bu cinayetin kusursuz olmasını engeller. Yani kusursuzluk sabit değildir, zamana göre değişen bir limittir.
Birçok filminde kusursuz cinayet konusunu ele alan Alfred Hitchcock bu konu hakkında izleyenleri derin düşüncelere sevk etmektedir.
"Mükemmel cinayet var mıdır?"
26 Eylül 2011 Pazartesi
The Wind That Shakes the Barley
The Wind That Shakes The Barley, Ken Loach'ın sevdiği bir konu üzerinden, İrlanda ve Ira teması altında izleyiciye aktarılıyor. Ancak bu imgeler, bir alt tema olmaktan ileri gidemiyor, Loach izin vermiyor... Ken Loach'ın üzerinde değinmek ve işlemek istediği başka bir konu var bu imgeler bütününe bakıldığında. O da savaşın ortasında bir abi-kardeş ilişkisi, bir kan bağı, bir yol ayrımı...
O'Sullivan kardeşler (Damien ve Teddy) İrlanda'nın bağımsızlığı için birçok fedakarlıkta bulunuyor, kendilerinden ödün verebiliyorlar. Damien tıp eğitimi almış, yeni mezun. Hayallerinin gerçekleşmesi için son bir adımı var, trene binip iş hayatına atılacağı şehre doğru yola koyulmak. Tam trene binmek üzereyken İngiliz askerlerinin kendi halkına, İrlandalı halka zulüm ettiğini görüyor ve tam o an hayatının kararını veriyor. Bağımsızlık mücadelesine katılmak...
Damien'ın abisi ile istediği şey aynı: Bağımsız İrlanda. Ancak bu iki kardeşin yetiştirilme, gerek eğitilme, gerekse de içgüdüsel bir farklılıklarından mütevellit, aynı şeyi farklı yöntem ve yollar ile istiyorlar. Damien akıl ve konuşma gücüne, Teddy ise kas gücüne inanıyor. İşte Ken Loach'ın etkisini hissettirdiği anlar burada başlıyor, yönetmen izleyici ile diyalog kuruyor.
Ken Loach, bağımsızlığa giden yolda karşılaşılan onlarca fikir ve yol ayrımını çok güzel aktarıyor. Savaş döneminde bir birlikteliği sağlamak kolay mıdır? Herkes ortak bir paydada buluşsa dahi savaş sırasında adaleti sağlayabilmek mümkün müdür? İşte yönetmen bu soruları soruyor, ipuçlarını önümüze sunuyor, cevabını vermiyor. Tüm bunlar The Wind That Shakes The Barley'i başyapıt yapmaya yetiyor, artıyor...
Oyuncular: Cillian Murphy, Padraic Delaney, Liam Cunningham
Yapım: 2006
Süre: 127 dk.
24 Eylül 2011 Cumartesi
Kader Mahkumu
İşte bu eşkenar dik üçgenin dik açılı köşesindeki evimde bugün her zamanki gibi takılırken arka köşedeki ortaokuldan sesler duymaya başladım. Seslere şöyle bir kulak kabarttım ki ne duyayım: çocuklar biraa biraa diye bağırıyorlardı. Bir anda ‘’noluyo lan’’ ile ‘’helal olsun lan bizim çocuklara’’ arası tepkilerle yerimden kalktım ve sesi daha iyi duyabilmek için arka tarafa doğru yürüdüm.
Yürürken gözümde eski bir görüntü canlandı. Daha ilkokula giderken oturduğumuz yerde bir okul vardı. Akşamları çocuklar evlerine giderlerken bazen kandillerde bazen de Cuma günleri bir teyze gelir açar elindeki poşetleri önünden geçen çocuklara bir şeyler dağıtırdı.
Biran bu teyze gibi bir köşeye kurulıyım diye düşündüm. ben de çocuklara bira dağıtayım dedim. Günlerden de cumaydı zaten. Biran ‘’Olum lan şişeler çok belli olur ama’’ dedim. Sonra dedim ‘’gazeteye sarıp dağatırız amına koyayım. ‘’.
O ara düşünce fırtınalarıyla berabercama gelmiştim. Baktım sesler hala devam ediyor. Jeton o an düştü: Çocukların ''bira'' dedikleri şişe veya kutu efes değil sınıflarının adı ''1-A'' ydı.
En son, smells like teen spirit’in davulunu çalarken her seferinde bir kick eksik vurduğumu yıllar sonra fark ettiğim o an gibi olmuştum.
Ve hala kendimi toparlayamadım.
Orhan Baba’dan gelsin:
Dertler benim çile benim
Hayat senin olsun
Ben daha ne çile dertlere yolcuyum
Ben alnına dert yazılan kader mahkumuyum
19 Eylül 2011 Pazartesi
Ece Temelkuran/ Muz Sesleri
Bu gece bitince ne yapacağız, bilmiyorum. Hep birlikte beklediğimiz o sabah gelip de bu savaş bitince... Hepimiz, sadece "ülke" adlı gemi batıp "savaş" adlı bir adayasüşünce işe yarayan adamlarız. Eğer bir gün "kurtarılırsak" bu felaket adasından, hiçbir karşılığımız kalmayacak.
Bu gece bittiğinde erkeklerin yatacak yeri olmayacak. Kendilerine saklanacak, haklı çıkacak bir yerleri, olmayacak. Silahları ve tehlikeleri ellerinden alındığında, seviştikleri kadınları sabah görünce kaçmak isteyen oğlan çocuklarına benzeyecek bu şehir.
Savaş bizi daha yakışıklı gösteriyor Filipina. Eğer bir gün biterse, erkekler sökülmüş lunapark oyuncaklarına dönüşecek, çürümüş plastiğimiz ortaya çıkacak. Plastik olduğumuz ortaya çıkacak. Kadınlar her sabah kalkıp yeni bir hayata uyanabilirler, ama erkekler... Bu topraklarda erkekler öyle bir yerinden yaralı ki Filipina, ne kadar sevsen geçmez.
Annen o ilk sabah uyanmadan önce, gözünü açmasını beklerken, vargücümle oradan kaçıp hiçbir şey olmamış gibi yapmak isterken düşündüm bunları. Eğer savaş varsa gidebilirsin çünkü. Olmamış gibi yapabilirsin. Yok olabilirsin ve yalan söyleyebilirsin.
Herkes savaştan ölüm yüzünden nefret ettiğini söylüyor. Ben, beni böyle bir adam yaptığı için, böyle bir adam olmama izin verdiği için nefret ediyorum. Çünkü savaş tam erkeklere göre, tam tembellere ve soysuzlara göre bir yer.Ne derlerse desinler. Bütün erkekler bu yüzden seviyor savaşı. Kadınların kalbini kırmak için kutsal nedenler veriyor bize. Ortadoğulu erkeklerin iyileşemez yaralarına bir tek barut iyi geliyor. Kadınlardan o kadar korkuyorlar ve o kadar çok istiyorlar ki... Savaş, korkak bir erkeğin en iyi saklanacağı sistir Filipina.
Kadınlar hep yeniden başlayabilirler Filipina. Ama erkekler... Onlar, savaş olmazsa kabuğunu sürükleyen bir salyangoza benzerler. Kabuklarımızı alırlarsa bizden geriye, gezdiği yerlerde sümüğünü bırakan böcekler kalır. Belki de, tıpkı çocukların salyangozlara yaptığı gibi hepimizin üzerine tuz döküp öldürmeliler. Bana sorarsan tatlı kıbbem, savaşı görmüş insanları barışta sağ bırakmamalı. Çünkü onlar, savaşı koyunlarında uyuturlar. Bir gün yeniden yakışıklı olma hayali o kadar güzeldir ki barışta onlara güvenemezsin.
Biliyorum, onlar, savaş bitse bile kadınları savaşır gibi sevecekler. Ganimetleri gibi. Ele geçirdikten sonra ancak yağmalayabildikleri...
Bu toprakta kadınlar bu yüzden mutsuz. Çünkü her gün yağmalanıyorlar ve kendilerini korumak için her gün sertleşiyorlar. Onlarda lanet olası çok kıymetli bir şey var ve ele geçirildikten sonra anlamsız olduklarını bildikleri için kendilerini kapatıyorlar. Bu karşılıklı bir anlaşma Filipina. İki taraf da birbirinin yarasını biliyor. İki tarafta da birbirinin yarasına iyi gelecek bir şey yok. Herkes durmadan birbirinin yarasını azdırıyor. Ama acı, bize en tanıdık şey olduğu için bunu sevmek sanıyoruz. Birbirimizin kabuklarını kaldıra kaldıra, kanata kanata tanışıyoruz, sevişiyoruz, sonra büsbütün merhemsiz kalıp birbirimizi dövüyoruz.
Kadınları çoğu zaman anlamıyorum Filipina. Onlara öyle şeyler yapıyoruz ki, niye hala bizi sevdiklerine, koyunlarına aldıklarına her gün şaşıyorum. Sanırım her seferinde yaralı bir köpek gibi bakmayı başarabildiğimiz için. Çünkü kadınlar şefkat göstermezse ölürler. Sanırım bu yüzden her seferinde bizi geri alıyorlar. Eğer bizi sevmeleri bizimle ilgili bir şey olsaydı, çoktan topluca göç etmiş olurlardı bu topraklardan.
Bizim derdimiz ne biliyor musun Filipina? Annelerimizin intikamını almak için büyüyoruz biz. Lanet olası savaşın, tozun toprağın içinde her gece kırık oğlan çocukları büyüyor. Annelerinin babalrı yüzünden nasıl ağladığını izleyen oğlan çocukları. Anneleri onlara o kadar aşık ki, yavaş yavaş büyüyüp babalarına benzediklerini göremiyorlar. Her gün biraz daha annelerinin kocaları olarak ihtiyarlıyorlar küçükken. Bir gün bir kadın geleceğini sanarak büyüyorlar. Bütün bu saçma denklemi değiştirecek bir kadın. Ama gelse alacak yerimiz yok. Çünkü annelerimiz gibi ağlamayan kadınları nasıl seveceğimizi bilmiyoruz biz.
Onları ağlattığımız için kendimizden nefret ediyoruz, ama ağlamadıkları zaman da annelerimiz kadar iyi yürekli olmadıklarını sanıyoruz.
Oysa bizim, bize gülecek kadınlara ihtiyacımız var. Bize gülüp peşimizden sürüklemekten yorulduğumuz salyangoz kabuklarımızı çatlatacak kadınlara. Ama en çok da kadınların bize gülümsemesinden korkuyoruz. Gülen kadınlardan ödümüz patlıyor bizim Filipina. Bu yüzden şöyle ferah feza sevmeyi de sevilmeyi de beceremiyoruz. Kadınların bizi gösterişli kabuklarımız yüzünden sevdiğini sanıyoruz. O kabuğa katlanmak için her gece nasıl ağladıklarını göremiyoruz.
Oralarda o kadar karmaşık şeyler var ki Filipina, savaş bize o yüzden iyi geliyor. Gürültü ve itiş kakış, önemli konuşmalar ve kararlar, toz ve kurşun... Hiç bir şey konuşmak zorunda değiliz. Çünkü Filipina, savaşlarda kadınlar erkekleri ölmek üzere oldukları için seviyor. Ölmek üzere olduğumuz için yakışıklı duruyoruz.
Annen uyandı Filipina ve gülümsedi. Ben kaçmaya niyetlendim. Annen odalar arasında dolaşırken, kahve koyarken, saçını düzeltirken, bilmediğim bir dilde şarkı söylerken, başka hiç bir şeyi olmadığı için ağustos sıcağında bile sırtından çıkarmadığı sarı kazağı, aynaya bakarken, ağzında tokası, dönüp, bana bakıp gülümserken... Bir şey oldu. .Evin içine ışık doldu. Anneni değil o ışığı bırakamazdım.
kıbbe*: Beyrut'ta tombul köfte anlamında kullanılan bir söz.
15 Eylül 2011 Perşembe
Kurtçuklar: 1. Bölüm
Dennis Nilsen
Halim Yaman, Cumhuriyet Parkı'ndan aşağı yürürken aklı hala geride bıraktığı kızdaydı. Uzun zamandır keder içerisinde geçirdiği günler onunla son bulmuştu. Son zamanlardaki en hayat dolu dakikalarını onunla geçirmişti. Ama o kızı orada bırakmak onun için pek de zor olmamıştı. Halim Yaman, böyle biriydi.
Sanat sokağı'na saptı. En kısa yoldan Halkevine gidip yıllardır görmediği, hapishaneden yeni çıkan Timur Tatar'la bir an önce konuşması lazımdı. Sanat sokağı'ndan geçerken yıllardır uğramadığı bir dürümcü hala açık mı diye bir baktı. Üşüdü. Eylül ayında İzmit'in bu kadar soğuk olmasına alışık değildi. Atkısını boynunda havayla temas eden bir yüzey kalmayacak şekilde doladı. Çarşı sokakları, hatta Fethiye'de bile insan sayısı sayılabilecek kadar azdı. Sokaklardaki arabalar yolun kenarında ters yönlere bakarken donmuşlardı. Hava buz gibiydi.
Halim Yaman gerekmedikçe küfür eden bir insan değildi. Ama Timur Tatar’ı gördüğü gibi okkalı bir küfür etti: “Amına koyduğumun herifi, özledim lan seni.”
Timur Tatar, İzmit’te 500 bin tanıdığı olduğunu iddia eden, ama aynı zamanda üç söylediğinin beşi yalan olan, güvenilmez bir adamdı. Ama bu istatistikler Halim Yaman harici herkes için geçerliydi. Daha önce Halim Yaman’a hiç yalan söylememişti. Timur Tatar; lise 2. sınıfta sınıf öğretmenine bıçak çekmiş ve okuldan atılmış, o günden sonra ne defter, ne kitap hatta gazete bile açmamış bir adamdı. Okuldan, eğitimden, bilgili insanlardan nefret ederdi. Onun için hayat basitti, bunlara ne gerek vardı? 7 sene önce hapise girmiş yeni çıkmıştı.
Acısu Parkı’na yürüdüler. Havanın gitgide artan dondurucu etkisi, artık bir cafeye oturma, sıcak bir çay içme gereği hissettirdi. Ama bu saatte de sıcak çay bulmak kolay değildi. Yine de bir cafeye oturdular. Konu Halim Yaman’ın Cumhuriyet Parkı’nda bıraktığı kızdaydı. Adı Lale Devir. Halim Yaman’ın Timur Tatar vasıtasıyla tanıştığı kız. Timur Tatar, 40’lı yaşları çoktan geçen Halim Yaman için “artık evlen” diyerek önüne getirdiği insan Lale Devir. Daha ilk buluşmada konuyu evlenmeye getiren Lale, Halim için evlenilecek biri değildi. Zaten evlilikten soğuyan biri için bu çok ağırdı.
Mekanda gün boyunca demlenen son çayın son yudumları içlerini ısıtırken, Timur Tatar konuya girdi:
-“Halim, biliyosun hapisten çıkalı çok olmadı.”
-“Evet...”
-“Ben hapishanede bir adamla tanıştım. Adı Ebubekir. Ebubekir Karatekir. Esaslı adam... Bana bir teklifte bulundu.”
Timur Tatar’ın 2-3 saniye süren sessizliği, Halim Yaman’ı sıktı:
“Eee?”
“Ebubekir Karatekir’den bir söz aldım. Hapse girmeme sebep olan o ibne Faik’i öldürecek.”
Faik diye bahsettiği Faik Delik’ti. Faik Delik, İzmit’in ortasında adam öldürecek kadar soğuk kanlı bir adamdı. Timur Tatar’ın ona olan güveni sayesinde alabildiği saç örneklerini, kimlik kartını cinayeti işlediği yere bırakmış. Timur Tatar’ın üzerine kayıtlı silahın bir kovanını da cesedin yanına bırakmıştı. Delil yetersizliğinden cinayet Timur Tatar’a kalmıştı. İyi davranışı sebebiyle 14 yerine 7 yıl sonunda çıkmıştı parmaklıkların arasından.
“Ebubekir Karatekir karşılığında ne istiyor?”
“Babasını öldürmemi...”
“Neeee?”
“Başka çarem yok. Bir şekilde öcümü almalıyım. Hiçbir şey yapmazsam ben bu duyguyla yaşayamam. Yapmam lazım... Hem Ebubekir ile benim arkadaş olduğumu bilen duyan yok. İki cinayet arasında bağlantı kurmaları imkansız.”
“Öyle deme Timur, girme bu işlere tekrar.”
“Başka çarem yok Halim Yaman, anlamıyor musun? Yaşayamam bununla... 1 hafta içerisinde senden de bir iki yardım isteyeceğim...”
Halim Yaman sessiz kaldı. Hala daha durumu idrak edemiyordu. Timur Tatar, Halim’in cevap vermesini beklemedi.
"Hadi kalkalım" dedi.