30 Temmuz 2011 Cumartesi

Dört Gözlü

İlkokul yılları daha baskın olmak üzere öğrencilik yıllarında herkesin diline pelesenk olmuş bir söz vardır:
'' iyi de bunlar ilerde bizim ne işimize yarıyacak? ''

Geçen günlerde bir konu hakkında düşünürken kendimce çıkardığım sonucu, 4 gözlü tabloyla incelediğimin farkına vardım. sonrada aslında 4 gözlü tabloların ne kadar önemli şeyler olduğunu farkettim. şöyle ki:

Bir sınıf var. sınıf 30 kişi olsun. sınıftakilerin 6 tanesi gözlüklü. bu gözlüklü olanların 3 tanesi gözlük takmaktan memnun değil. gözlüksüz olan 24 kişinin de 18'i gözlük takmadığı için mutlu, diğer 6'sı farketmez diyor.bu nokta da işi 4 gözlü tabloya döküyorum.

                                                      | gözlüklü | gözlüksüz |
gözlüksüz olmayı tercih eden       |     3 (a)          18 (b)   | 21
farketmez                                      |     3  (c)         6   (d)   | 9
                                                            6               24

(Ancak bu kadar benzetebildim 4 gözlü tabloya :D)

Şimdi gözleri incelemek istiyorum.

(a) bu grup genel kanı da böyledir ki ilk bakışta en kötü durumda olan grup. bir şey yapmak zorunda ama yaptığı şey onu mutsuz ediyor. neden mutsuz ettiği konusu da bir hayli uzun bir konu olsa gerek..

(b) bu grup genel olarak halinden memnun olan kesim. istemediği bir şey var ve onu yapmama özgürlüğüne sahip. ve zaten özgürlük kelimesi onlar için bu anlama geliyor. yani genel bir özgürlükten çok bireysel bir özgürlük. bir göz aşşağıda yaşayanların boyunlarındaki yaptırımlar halatı bu kitlenin için olması gereken bir şey. nihayetinde onların '' özgürlüğü'' diğerlerinin boyunundaki ipten geçiyor.ve aslolan kendi özgürlüğü olduğundan urganlar çok alakadar etmiyor bu kutuyu.

(c) bu grubu direk 2'ye ayırıyorum. birincisi gerçekten düz bir şekilde gözlük takmanın belirleyici bir sıfat olmadığını, konuşmanın bile gereksiz olduğunu hissedenler, düşünenler ,ikincisi ise aslında biraz (a) grubuyla arada sıkışmış, belki kendisine düşündeki şeyin kendisinde olmadığını kabul ettiremediğinden, belki de gözlüksüzleri görüp kendi gözlüğünü kendine kabul ettiremediğinden ve bunun için insanların onun gözlüğüne gereksiz diye baktıklarında hissettiklerini, o da '' gözlük takıp takmamak hiçbir şeydir'' felsefesine sığınarak karşısındaki gözlüksüz olmanın iyi bir şey olduğunu savunan kitleye hissettirmek istemesi en azından asıl kendisinin daha erdemli olduğunu savunarak onlara bir basamak yukardan bakmak istemesindendir. yani o en çok eleştirdiği merdivenli insanlara asıl kendisinin savunduğu merdivensiz felsefenin büyüklüğünü merdiven olarak kullanmasıdır.

(d) bence bu grup da kendi içinde farklı farklı oluşumları temsil eder. kimisi gözlüksüz olmanın hiç bir bok olmadığını görmüştür, kimisi sadece gözlük değil hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünmüştür, kimisi doğduğunda hüviyetinin arkasına yazılan bir kelimeye bağlılığından dolayı bu kutuyu seçmiştir, kimisi toplumsal ahlak denen şeyin etkisiyle diğer insanlarca iyi bir insan olarak görülmek istenmiştir, kimisi de okuduğu kitapta o büyük denizlere giden küçük kara balık'la beraber yaşıyordur hala..

Sonuç olarak,
En başa dönücek olursak; matematik hayattır.hayatta beşiktaş..

28 Temmuz 2011 Perşembe

Geçkin Melodram

Bağırma
Öyle.
Yüzyıllardır aşığım
Öyle
Ba
.....-ğır
............-ma.

Bedenimi aldı.
Oysa ben istemiştim
Bunlar benim ellerim
Demiştim
Zaten ben hep derim.
Akşam dolmuşları
Bedenimi aldı.

Güneşten kalma bir ağırlık
sarstı burunlarımızı
Kahrolası bir aralık.
Koşulsuz sev, tekrar ve tekrar
Akşam dolmuşları
Dünyayı ilk göreni bıraktım eve
Tombulum, inkarım
Zaten ben hep seni istedim
Eski radyolar da anlattı
"gidin ateşe verin ortancayı"
ve Akşam dolmuşları
Bedenimi aldı
Üzerinde yürüyerek kemiklerimin
bırakabildim, an-lat-tı-ğım
Dünyayı seven tek kızı.

Bir basket topu gibi
_______________yerleştirdim bedenimi
Bir aralık açılan kapıdan.
ve Boştur bu saatlerde
Kimseler kalmaz
_____________arka koltuklarda oturan

Yara izlerimiz var dedim (hepimizin)
Zaten ben hep derim.
Öyle simetrikki benim canım
Deliklerim, ruhumu
Kadınlarım, hayatımı
Bulutlarım, suyumu geçirebilir.

Burda anlatılanlardır aslında
Kemiklerindendir
Bizlerin
ve en uçkurlusu
Suçluluğu boşverin
O kadar çok el gelip almaya
Çalıştı ki bu boktan bedeni
Sulara bile anlatamadım
Yıkanmalıyım!
Yüzyıllardır söylüyorum
Yıkanmalıyım.

Bağırma
Öyle
Yüzyıllardır aşığım
Öyle
BAĞIRMA.

çünkü; sen derinliklerin ormanına götürdüğünde beni-hani şu yeni açılan- dizüstü enseme giren ilk kurşundu senin adındı.


Üzerine


______bakışlarını almıştın.



Bırakmak gelseydi eğer



Düşünmemek bir saniye bile



____________________içimden



inan o an bırakırdım



düşmesin diye gözlerimle tuttuğum



______________________güneşi.



Çünkü;







Hissetmektir aslolan




Duvarlarca vazgeçip,



______________resmetmektir.




Akşam üstleri hep birden gelir



_____________________üstüme




ve ben her güneşin günü




senin adını dşünür





yıldızları sayıklardım





Evrenimiz





Sen inan ki her şeyi başlatan



onlardır.





Gözlerimiz




Seviştirecek bizi





Gülümsemeliyiz





Her şey bizim.





Sen her güzel şeyin başladığı





Çocuklar bile inanmaz dediklerime





HER





___ŞEY





Biziz.

Her Şey

Neden bitmiş gibi hissediyorum
Her
___şey.
Belki sondandır, yalandandır
ama yazacaklarım bitmiş
Tükenen her şey gibi hınçlı
___________________adımdandır.

Arasam?
Bulamam sanki
Bitmiş
Hissediyorum
HER
___ŞEY
bitmiş.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Ahşap Heykeller

Herkesin doğup büyüdüğü yer kendisi için özeldir. tıpkı kocaelinin küçük beldelerinden değirmendere'nin benim için özel olması gibi.

Değirmendere hakkında benim için  küçüklükten bu yana var olan şeylerden bir tanesi de çınarlık meydanı başta olmak üzere sahil şeridi boyunca çimlerin üstlerine serpiştirilmiş, hatta 1-2 tane de denizin içine kadar sıçramış ahşap heykelciklerdir.

Bu heykeller bana göre değirmendere'yle bütünleşmiş şeylerdir. değirmendere'ye gezmek için gelip onların yanında resim çekilmeyen, çınarlık meydanındaki ahşap kapıyı görüpte altından geçmeyen yoktur heralde.

Küçükken her yaz dünyanın farklı yerlerinden heykeltraşlar gelir, halkla sohbet ede ede heykellerini yaparlardı. 90'lı senelerde bir tanıdığımızın kızı japon bir heykeltraşla tanışmış ve evlenmişti. o denli değirmendere halkının içine karışan heykeltraşlarda vardı.

Gel zaman git zaman, bu heykeltraşlar uğramamaya başladı değirmendere'ye. depremden sonra kimyası bozulan değirmendere bir darbeyi de burdan yedi heralde.

Heykeltraşların ahşap heykelleri yerine çınarlık meydanının denize bakan tarafına 2 sene önce mermerden yapılmış dalgalanan bir türk bayrağı yaptılar. benim gibi küçüklükten beri o yeşilliklerin içinde yükselen ahşaplara alışmış bünyeler için hayal kırıklığı olsa da görmezden gelerek alışmaya çalıştık. heralde burda alıştığımız şey o mermer yapıt değil, görmezden gelmeydi.

Geçen haftanın günlerinin birinde yine değirmendere'nin bana kazandırdığı efsane adamlardan biriyle kahvaltı yapmak için sözleştik. kahvaltı saati yaklaştı ve çınarlık meydanına indim. bir baktım ağaçların arasında bir hareketlilik:

maskeli insanlar,
motor sesleri,
beyaz-sarı arası havada uçuşan tozlar
ve ağaç kokusu!


Ucubeymiş, sanat eseriyimiş çok da sikimde. o görüntünün üstüne daha ne denir ki?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

SElin-LEyla-NAzlı

2-3 sene önce benim de çeşitli nedenlerden dolayı izlediğim bir dizi vardı ''selena'' diye. böyle ''bir dizi vardı'' falan diyince küçümsemiş gibi oldum ama kesinlikle saygı duyduğum bir televizyon dizisiydi.

Sanılanın aksine dizideki absürtlüklerden, oyuncu becerisizliklerinden, senaryo kalitesizliğinden falan bahsetmeyeceğim. bu dizide se-le-na'nın öğretmen olan bir erkek arkadaşı vardı. yanlış hatırlamıyorsam adı burak'tı. işte bu linkte bir sürü resmi olan abimiz.

Se-le-na'nın bu yakışıklı sevgilisini bir başkası seslendiriyordu. yani dublajdı. hatta başarısız, buram buram uyumsuzluk kokan kapkalın bir sesle yapılmış bir dublajdı.

Geçenlerde bu gencimizi bir müzik kanalında gördüm. ilk önce klipte oynadığını sandım fakat bi baktım şarkıyı bu genç söylüyormuş. hem de düet falan yapıyormuş. şarkı güzeldi- kötüydü oraya girmeyeceğim ama solo albüm yapan birisinin sesinin ön planda olması gerekirken dıp-tıs daha çok kulağıma geliyordu. ama yine de sesi kötüydü falan diyebilecek kadar müzik bilgim olduğunu düşünmediğimden yine burayı da es geçiyorum. ama sadece şunu merak ediyorum:

Oynadığı bir çocuk dizisinde bile gerçek sesini kullanmayan bir adam nasıl solo albüm çıkarta biliyor aq? bu işler bu kadar mı kolay?

14 Temmuz 2011 Perşembe

Şoför Toleransı

Dün okuldan eve gelince, 1-2 saatlik kafa dağıtma sürecinden sonra zorunda olmasam yapmayacağım bir şekilde öğlen öğlen derse oturdum. Geçmedi zaman...

1 hafta gibi gelen, aralıklarla toplam 2 saati bulan çalışma başarımın ardından kalktım dersin başından. Tam o sırada babam gazete, sigara ve bir kaç mutfak ihtiyacı için markete gitmemi söyledi (rica etti, emretti ne derseniz deyin). Dışarı çıkmak o anda iyi bir fikir gibi geldiğinden onay verdim. Aldım 2002 model Opel Astra'nın anahtarını.

Gidilebilecek en uzak markete gidip, gerekli malzemeleri almam sonrası dönüş yolu başladı. Macera aramadan kendi halimde, kendi şeridimde giden bir insanım ben. Yapım böyle.

Kendi halimde gitmekten ölecektim ki, dönüş yolunda gördüğüm ve evinin yakınına kadar bırakmayı planladığım arkadaşım için sağa çektim arabayı. Ne olsa beğenirsiniz? "Altın Günü"nden çıktığı her halinden belli olan iki teyzenin yolunu kesmişim. E teyzecim bunun kaldırımı var, yolun boş kısımları var, var oğlu var... "Yok efendim öyle araba mı parkedilirmiş"inden "Ne kolay ehliyet veriliyor artık"ına kadar yemediğim laf kalmadı anasını satayım akşam üstü akşam üstü...

Diyeceğim şu, ne kadar iyi şoför olursanız olun -ki benim öyle bir iddiam yok- her türlü insanın, her türlü tepkisine hazırlıklı olun. Hep en kötü tepkileri hayal edin ki, böyle durumlar sonrası sakinliğinizi koruyabilin. Ben öyle yapıyorum.

Anı?

İnsanları bağlayan tuhaf şeyler var. Anı diyoruz galiba bunlara ama anı dediğin şundan şundan ötürü olur, anı dediğin budur, anı mı hah bak balım somutlaştırırsak şöyle şöyledir... diyebileceğimiz bişey değilmiş anılar. Herşey anı olabilirmiş. Bi cisim olmasına da gerek yokmuş. Hani kızların "hatıra kutusu" adında vazgeçilmez birer edinimleri vardır ya, her hemcinsimde olur mutlaka. Eski sevgili resimleri, yoldan alınmış taşlar, arkadaşın ısmarladığı çikolata ambalajı, bi dosttan alınmış bi parça kağıt... Anıları bi kutuya sığdıramayız ki. He eğer dersen ki, benim kutum beynim, beyin bedeva attım kutuya dersen ellerimi göğsümde birleştirir saygıyla eğilirim o ayrı.

Bugün yediğim çerkez tavuğu, dün duyduğum bi müzik, geçtiğim bi yol, bilgisayarımın kırık adaptörü, su şişesinin mutlak sökülmüş naylon kısmı, kumandanın tutmayan pil kapağı, ellerimin terlemesi, gözümün daldığı bi kaç saniye... Hepsi hatta daha fazlası, sayılamayacak hizaya sokulamayacak kadar çok şey her an sürekli bişeyler ifade ediyor. Bişeyler anımsatıyor. Sanki her fikir, her cisim, her an bi hatıra gibi geliyor bazen.

Farkeden terkeder kaarrşim diyerek, 41 plakayı buraya yazıyor ve esenlikler diliyorum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

İnsan Dövmek

sen sanıyor musun ki bu kalp bizi tutacak. düşürecek tabi ki..........---,..?)%
şimdi baştan başlayalım, dünyaya birlikte bakmak için eğildiğimiz zamanlarda senin gözlerinde bir ışıltı görürdüm, kalktığımızda kendi kendini seven ağaçlar gibi saçların çok güzel olurdu, her katında farklı bir hayale tutulunabilir, kalifornyada bir karavana yıldız takmak, ya da çıktığımız onca yükseklikten aşağı atlamak, ve ya en lüks otel odalarında intihar mektupları yazıp vazgeçmek ve en basiti ama güzeli elini tutmak.
ne oluyor ben anlamıyorum, gerçek bir dünya yok sanki sade bir caz ritmi seni alıp götürüyor mu benden, nasıl söylersin ben öküz severim" dedi çocuk. aklına koyduğu geceleri yapacağı kesin, sadece bekliyordu yapacaklarını habersiz. ona yakışır mıydı adam dövmek hiç aklının ucundan geçmezdi, ama içinde bir yerlerde bunun yapılabileceğini kanıtlamak istiyordu. Hem bir çiçeğin doğuşuna ısınmayı hem de ağız burun kırmayı. aynı bedende, aynı yanlışta seviştirmek kim bilir belki de onu deliler gibi istemesine sebep olacaktı, yapamayacak değildi sadece istemiyordu ama yapacaktı. istemediği çok şeyi yaptırdığından yakınıyordu hayatın bir tane eksik bir tane fazla en karmaşık paradoksun bilmecesi. ne farkederdi.
Bunlardan haberdar mıydı bilmem ama o çocuğu döveceği kesin. olay kim olduğunu bulmaktı, kim di acaba s.s. nın bulduğu yeni damızlık. belki de eskilerdendir. sade bir plan yapmaktı gereken. her şeyi anlayacağını biliyordu. gözünü korkuttuktan sonra çocuğun iletmesini istediği mesajına güveniyor ve korkuyordu,morarmış göz altlarıyla "bir öküz varmış senin anlayacağını söyledi" demesini isteyecekti. ama korkuyordu, ya onun gözünde büyük bir psikopat canlanırsa ya her şey tersine dönerse diye kendisine bile söylemeden gizlice korkuyordu.
Hiç bir şey bundan daha kötü olamazdı. o yokmuş gibi gülümseyen gökyüzüyle birlikte her sabah ayakkabılarını bağlayacaktı, test çözüp sıkılacaktı ama gökyüzünde onu gezdirebilirdi geceleri. bunu anlamak çok mu zordu. belki de zordu. onun için tanrının karısı desek bile zordu. çünkü insandı insanlarla, insanlar için...
yeşil montunu giydi, ona da küçükken babası giydirirmiş diye geçirdi aklından, odanın kokusu dışarıda olmadığı için sevindi ama o kadar yüzeysel bir sevgi, dolmuşun gürültüsüyle silindi. çocuğu öğrenebileceği birilerine gidiyordu, birisi s.s. nın nefes ritmini bozsun dişlerini tırnaklarıyla sökeceğini görüntüledi zihninde . ayığını attığı anda dolmuş olmuştu, ta kızılaya kadar........ devam edecek

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Hilal


Yok abi inanmıyorum ben. Bu kadar kolay olmamalı her şey. Türkiye'de meşhur olmak çok kolay eyvallah ama iki fotoğrafla gündeme bu derece oturmamalı birisi.


3-5 tane 31'lik bile olmayan fotoğraf yayımlayarak Türkiye'nin gündemine birinci sıradan oturabiliyor birisi. Evet belki günlük yaşıyoruz artık. Belki 1 hafta sonra Hilal Cebeci diye birini unutmuş olacağız. Ama altını çizdiğim nokta, her şeyin bu kadar ucuz olması...

Hilal Cebeci belki de kendisinden beklenmeyecek kadar akıllı bir girişimle oturduğu yerden reklamın amına koyuyor. Bu noktada "rezilliklerini ilk ben göreyim" diye kendisini twitter'dan "followlayan" kesim ise bırakın mağdur olmayı, "kurban" oluyor. Halinden memnun, hatta farkında bile olmayan bir kurban...

Günübirlik yaşamaya devam.

Şarkıların Hatırası

Herhangi bir zaman diliminde herhangi bir mekanda kulağınızdaki kulaklıktan veya etraftan duyduğunuz bir şarkıyı saatler günler aylar hatta yıllar sonra bile tesadüfen bir yerde dinlerseniz, sizi anında o ilk dinlediğiniz yere götürebilir.

Şarkıların böyle bir etkisi var. Bu durum her başıma geldiğinde ilk seferinde olduğu gibi şaşırıyorum. Hatta bazı zamanlar oluyor ki, şarkıyı dinlerken o ilk dinlediğim zaman beni sarmış olan duygu yoğunluğunun içinde buluyorum kendimi tekrardan. Bu sene başında gittiğim fitness salonunda dinlediğim bir şarkıyı az önce dinlemiş bulundum ve içimden 'ulan ne yorulmuştum' diye geçirdim. Aynı şekilde 2 kere girdiğim üniversitesi sınavı sabahı dinlediğim gereksiz şarkıyı dinleyip o heyecanı tebessüm ederek tekrar bana yaşatıyor müzik. Sevgilime attığım ilk şarkıyı tekrar dinlemeye bana o ilk utangaçlığı yaşattığı için hep çekinmemde hep bu müziğin yarattığı etki yüzündendir.

Gerçekten müziğin yarattığı bu etkiyi çok seviyorum. İnsana yaşadığı gerekli gereksiz birçok hatırayı tekrardan canlandırdığı için müziği çok seviyorum. Başlık biraz türk arabesk pop müzik tadında olsa da içerik pek öyle olmamıştır umarım. Tüm gerçek müzisyenlere saygılar.

8 Temmuz 2011 Cuma

Elbise

Bugün çok kısa bir şekilde yeni öğrendiğim bi bilgiyi paylaşmak istiyorum. aslında burayı kendim için küçük bi arşiv olarak gördüğümden yazdığım bazı şeyleri sanırım daha sonra okuduğumda hatırlamak için yazıyorum.

Evet straplez denilen elbise türü fransızca'dan geliyormuş. strap- less yani strapsız. bu kıyafet ekşide okuduğum kadarıyla küçük göğüslü, geniş omuzlu ve göğüsü kıllı kadınlara  pek yakışmazmış. bir kişiye göre de straplez insanın kendisine yakışanı giymesiymiş.

Sonuç olarak  straplı ve ya strapsız farketmez elbise güzel bir şey. bu küçük post'u direct'in pempe elbise şarkısıyla bitirmek için fizy'e girdim. direk aramıyım da elbise yazıyım dedim. çıkanlardan seçme yaptım. beğenmediklerime ol-ma-dı dedim.(swh)(zaaaaa)

direct-pempe elbise
grup seksendört-elbise ( ilk defa dinledim. tipik seksendört şarkısı.otobüste müziksizlikten çıldırmışsam dinlerim. başka zaman kasar.)
emel sayın-mor elbise  ( ahmet özhan da söylemiş bunu. konyadan hatırlıyacağımız üzere.)
tan-elbise (dinlemedim)

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ben her gece düşünürdüm
Gelip geçerdi yanı başımdan
gökyüzü,
Belki de iyiydi söyleyebildikleri
İçmeden konuşan adamın
ama iyi kimin içindi?
kiminle sevişip
kiminle tapınılmıştı bu kadar da
uyuyakalmıştı insan aklı.

Vurdumduymazlıkla yıkanmış gökyüzü
ve
Ben her gece düşünürdüm
Konuşup giderdi
bir sarhoşun yüzü.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Şehir Çocukları

biz şehir çocukları nefes aldığımız beton blokların arasında sevişip ölürken, sevilip terkedilirken bir şeyler gelmedi aklımıza umutsuzluğumuzdan başka. ne bir bal ağacının goncası ne de yeni elbiselerin içindeki güzelliği görebilmek bizim için anlamlı değildi. biz şehir çocukları 2 dakikalık duraklar arasında metroda bulduk aşkı, gökyüzünde trilyonlarca ışığın altında bulmak varken yerin dibinde... dokununca çalışan aletlerdi bizi havalı gösteren oysa ıslık çalabilmek kuşlar gibi... zamansız geçti insanlar yanımızdan çok büyüktü çünkü beton bloklar ayırdı bizi haberli habersiz ,adımlar değil kısa yürüyüşler lazımdı görmek için bulutları ve biz şehir çocukları hep habersizdik öpüştüğün zaman gökyüzü nasıl kokardı ve nasıl görmeli gözlerimizdeki dağları ,biz şehir çocukları ya hiç öpüşmedik ya da parayla hepten seviştik, ayılanlarımız olduysa da biz şehir çocukları hemen terkedildik, köpekler bizim değil sokakların, yıldızlar bizim değil gökdelenlerindi, hislerimizse bizim değil şehrin ... ve biz şehir çocukları direndiğimiz her damlada kan kaybettik sonrasında soran olmadı gökyüzünden çalınmış bulutları

3 Temmuz 2011 Pazar

Şike Soruşturması

Bir pazar sabahı ailemle kahvaltımı yaptım ve bilgisayarın başına geçtim. bir de ne göreyim ''şike soruşturması''.

Hepimizin bildiği gibi geçen sene çoğu fenerbahçeli kaçan şampiyonluklarının nedenini kendilerinin, kendi sahalarında trabzonu yenememelerine değil de beşiktaşın bursaya yenilmesine bağlamıştı. beşiktaş maçı sattı, bursa'ya yattı demişlerdi.

Bu konuda yazılacak çok şey olmasına rağmen sadece aklıma gelen küçük bir anektodu paylaşmak istiyorum.

16 Mart 2008'de İnönü'de Beşiktaş-Trabzonspor maçı oynanmıştı. maç 3-0 bitmişti fakat yanılmıyorsam henüz 1-0 ken hakem saçma bi kararla trabzonlu futbolcu barış memiş'i oyundan atmıştı. bunun üstüne saniyesinde kapalı '' eyyamcı yıldırım'' diye bağırmıştı.

03 Temmuz 2011. Fenerbahçe Spor Klübü'nün başkanı şike soruşturması dolayısıyla emniyette. ne kadar doğru bilmiyorum ama fenerbahçe taraftarı destek için akşam saatlerinde saraçoğlu civarında toplanacakmış.  bir de bunu gördüm demin.

Ne diyelim kolay gelsin. büyük başkana da geçmiş olsun. zaten onun büyüklüğü öyle şampiyonluk, kupa falan da değildir. öyle bir büyüklüktür işte.

1 Temmuz 2011 Cuma

Daha yeni başlamıştım...İsmini sormadım, gerek yoktu.Bilsem n'olcaktı?En fazla olsa olsa zihnimde dönüp dolaşan kuyruklulara bir yenisi eklenecekti.Aslında umutsuz değildim yani beklentim yoktu ama umudum vardı.Bence her umut beklentiyi gerektirmez ama her beklentide bir umut vardır.Her neyse.. başladım ben olduğumu zannetmeye, yavaş yavaş uzaklaştım fakat hep ben olduğumu sanmaya devam ediyorum bu süreçte dikkat! Gittikçe ben olmayı unuttum; bu saçma bir ifade oldu çünkü ben ben olmadığımın farkında değildim ki.Marjinal bir nokta varmış meğer en uç , en sınır.Bir şekilde ben oraya gelmişim ve tam orada anladım "onlaşmaya" başladığımı, beni mutsuzluğa sürükleyen kıvılcım buydu.Alabildiğine mavi olan gökyüzü güneşi doğurmuş, içimi ferahlatan rüzgarını odamın penceresini aralayarak koynuma sokmuştu.Ben böyle bir yaz sabahında anladım ben olduğumu.O mu? Onu öylece sevdim ve öylesine, ardından gezindiği engellerin arasına tekrar bıraktım;artık yalnızdı.