29 Eylül 2011 Perşembe

Kusursuz Cinayet

Kimileri "katilin belirlenemediği cinayet kusursuz cinayettir" derken, kimileri "eğer ortada maktul varsa o cinayet kusursuz cinayettir" demektedir. Kusursuz cinayet, onlarca filme, diziye konu olmuş, off the record ortamlarda bolca üzerine tartışılmış bir konu.

Bir insanı öldürmek savunulacak bir şey değil şu an için. Medeniyetler kurulmadan, güçlü olanın ayakta kaldığı dönemlerde belki bir insan öldürmek hakettiği ilgiyi görmemiş, üzerine düşünme zahmetine girilmemişti. Çünkü o zamanlar öldürmek bi nevi zorunluluktu. Bir insanı koruyacak ne bir devlet vardı, ne bir örgüt. Herkes kendinnden sorumluydu. E bu haller içinde yaşamak için, yemek için birbirine saldıran insanların güle oynaya ayrılması beklenemezdi. Onlar birbirlerini öldürdüler.

Toplumlar oluştu, medeniyetler doğdu, yeni fikirler, ideolojiler... İnsan, birbirlerini öldürmenin manasızlığını anladı. İnsan anladı ama bu sefer de devletler anlamadı. Halen daha anlamamaya devam ediyolar... Neyse, bu ayrı konu.

İnsanlar, en azından çoğu kişisel cinayetin yanlışlığı fikrinde birleşse de geri kalan kısım insan öldürmekte beis görmüyor. Ancak önlerinde duran bir şey var, yasalar, ağır cezalar, hapishaneler... Bu noktada ortaya çıkan kavram kusursuz cinayet oluyor.

İnsanoğlunun öldürme içgüdüsüne ne yasalar engel oluyor, ne ağır cezalar, ne hapishaneler. Birini öldürmek isteyenlerin bir oranını bu engeller caydırsa da halen daha her dakika onlarca insan öldürülüyor. Ama katiller yakalanmak istemiyor, ülkemizde yüzde bir olsa da planlı, hatasız, yakalanma olasılığı düşük, kusursuz cinayetler ortaya çıkıyor.

Kusursuz cinayetler gayet tabii bir değişkenlik gösteriyor. 200 yıl önce bir adamı ıssız bir sokakta, hiçbir tanık olmadığına emin olunup arkasından iple boğazına sararak nefes almasını engelleyip ölümüne sebep olmak kusursuz bir cinayet olabiliyorken, bugün o cinayet kusursuz değildir. Neden değildir, olay mahalline düşen bir saç deli, etraftaki doku parçaları, parmak izleri vs. bu cinayetin kusursuz olmasını engeller. Yani kusursuzluk sabit değildir, zamana göre değişen bir limittir.

Birçok filminde kusursuz cinayet konusunu ele alan Alfred Hitchcock bu konu hakkında izleyenleri derin düşüncelere sevk etmektedir.

"Mükemmel cinayet var mıdır?"

26 Eylül 2011 Pazartesi

The Wind That Shakes the Barley


İnsanoğlu varolduğu günden bu yana yaşam mücadelesi verdi ve bağımsızlığı için kendi ırkıyla savaştı. Bu savaş kimi zaman kendi için, kimi zaman gelecek nesiller için, genel olarak ise huzur ve refah, kısaca özgürlük içindi. Özgürlük... Bir an düşününce, onun için yapılamayacak şey yok gibi.

The Wind That Shakes The Barley, Ken Loach'ın sevdiği bir konu üzerinden, İrlanda ve Ira teması altında izleyiciye aktarılıyor. Ancak bu imgeler, bir alt tema olmaktan ileri gidemiyor, Loach izin vermiyor... Ken Loach'ın üzerinde değinmek ve işlemek istediği başka bir konu var bu imgeler bütününe bakıldığında. O da savaşın ortasında bir abi-kardeş ilişkisi, bir kan bağı, bir yol ayrımı...

O'Sullivan kardeşler (Damien ve Teddy) İrlanda'nın bağımsızlığı için birçok fedakarlıkta bulunuyor, kendilerinden ödün verebiliyorlar. Damien tıp eğitimi almış, yeni mezun. Hayallerinin gerçekleşmesi için son bir adımı var, trene binip iş hayatına atılacağı şehre doğru yola koyulmak. Tam trene binmek üzereyken İngiliz askerlerinin kendi halkına, İrlandalı halka zulüm ettiğini görüyor ve tam o an hayatının kararını veriyor. Bağımsızlık mücadelesine katılmak...

Damien'ın abisi ile istediği şey aynı: Bağımsız İrlanda. Ancak bu iki kardeşin yetiştirilme, gerek eğitilme, gerekse de içgüdüsel bir farklılıklarından mütevellit, aynı şeyi farklı yöntem ve yollar ile istiyorlar. Damien akıl ve konuşma gücüne, Teddy ise kas gücüne inanıyor. İşte Ken Loach'ın etkisini hissettirdiği anlar burada başlıyor, yönetmen izleyici ile diyalog kuruyor. 

Ken Loach, bağımsızlığa giden yolda karşılaşılan onlarca fikir ve yol ayrımını çok güzel aktarıyor. Savaş döneminde bir birlikteliği sağlamak kolay mıdır? Herkes ortak bir paydada buluşsa dahi savaş sırasında adaleti sağlayabilmek mümkün müdür? İşte yönetmen bu soruları soruyor, ipuçlarını önümüze sunuyor, cevabını vermiyor. Tüm bunlar The Wind That Shakes The Barley'i başyapıt yapmaya yetiyor, artıyor...


Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Cillian Murphy, Padraic Delaney, Liam Cunningham
Yapım: 2006
Süre: 127 dk.





24 Eylül 2011 Cumartesi

Kader Mahkumu

Her zaman okuluma yakınlığıyla övündüğüm evime çok yakın bir lise bir de ortaokul var. Evimi, liseyi ve ortaokulu uzayda 3 nokta olarak görüp noktaları doğrularla birleştirirsek dik açılı köşesinde evimin olduğu bir eşkenar dik üçgen meydana gelebilir.

İşte bu eşkenar dik üçgenin dik açılı köşesindeki evimde bugün her zamanki gibi takılırken arka köşedeki ortaokuldan sesler duymaya başladım. Seslere şöyle bir kulak kabarttım ki ne duyayım: çocuklar biraa biraa diye bağırıyorlardı. Bir anda ‘’noluyo lan’’ ile ‘’helal olsun lan bizim çocuklara’’ arası tepkilerle yerimden kalktım ve sesi daha iyi duyabilmek için arka tarafa doğru yürüdüm.

Yürürken gözümde eski bir görüntü canlandı. Daha ilkokula giderken oturduğumuz yerde bir okul vardı. Akşamları çocuklar evlerine giderlerken bazen kandillerde bazen de Cuma günleri bir teyze gelir açar elindeki poşetleri önünden geçen çocuklara bir şeyler dağıtırdı.

Biran bu teyze gibi bir köşeye kurulıyım diye düşündüm. ben de çocuklara bira dağıtayım dedim. Günlerden de cumaydı zaten. Biran ‘’Olum lan şişeler çok belli olur ama’’ dedim. Sonra dedim ‘’gazeteye sarıp dağatırız amına koyayım. ‘’.

O ara düşünce fırtınalarıyla berabercama gelmiştim. Baktım sesler hala devam ediyor. Jeton o an düştü: Çocukların ''bira'' dedikleri şişe veya kutu efes değil sınıflarının adı ''1-A'' ydı.

En son, smells like teen spirit’in davulunu çalarken her seferinde bir kick eksik vurduğumu yıllar sonra fark ettiğim o an gibi olmuştum.

Ve hala kendimi toparlayamadım.

Orhan Baba’dan gelsin:


Dertler benim çile benim 
Hayat senin olsun
Ben daha ne çile dertlere yolcuyum
Ben alnına dert yazılan kader mahkumuyum

19 Eylül 2011 Pazartesi

Ece Temelkuran/ Muz Sesleri

Tatlı Kıbbem,

Bu gece bitince ne yapacağız, bilmiyorum. Hep birlikte beklediğimiz o sabah gelip de bu savaş bitince... Hepimiz, sadece "ülke" adlı gemi batıp "savaş" adlı bir adayasüşünce işe yarayan adamlarız. Eğer bir gün "kurtarılırsak" bu felaket adasından, hiçbir karşılığımız kalmayacak.

Bu gece bittiğinde erkeklerin yatacak yeri olmayacak. Kendilerine saklanacak, haklı çıkacak bir yerleri, olmayacak. Silahları ve tehlikeleri ellerinden alındığında, seviştikleri kadınları sabah görünce kaçmak isteyen oğlan çocuklarına benzeyecek bu şehir.

Savaş bizi daha yakışıklı gösteriyor Filipina. Eğer bir gün biterse, erkekler sökülmüş lunapark oyuncaklarına dönüşecek, çürümüş plastiğimiz ortaya çıkacak. Plastik olduğumuz ortaya çıkacak. Kadınlar her sabah kalkıp yeni bir hayata uyanabilirler, ama erkekler... Bu topraklarda erkekler öyle bir yerinden yaralı ki Filipina, ne kadar sevsen geçmez.

Annen o ilk sabah uyanmadan önce, gözünü açmasını beklerken, vargücümle oradan kaçıp hiçbir şey olmamış gibi yapmak isterken düşündüm bunları. Eğer savaş varsa gidebilirsin çünkü. Olmamış gibi yapabilirsin. Yok olabilirsin ve yalan söyleyebilirsin.

Herkes savaştan ölüm yüzünden nefret ettiğini söylüyor. Ben, beni böyle bir adam yaptığı için, böyle bir adam olmama izin verdiği için nefret ediyorum. Çünkü savaş tam erkeklere göre, tam tembellere ve soysuzlara göre bir yer.Ne derlerse desinler. Bütün erkekler bu yüzden seviyor savaşı. Kadınların kalbini kırmak için kutsal nedenler veriyor bize. Ortadoğulu erkeklerin iyileşemez yaralarına bir tek barut iyi geliyor. Kadınlardan o kadar korkuyorlar ve o kadar çok istiyorlar ki... Savaş, korkak bir erkeğin en iyi saklanacağı sistir Filipina.

Kadınlar hep yeniden başlayabilirler Filipina. Ama erkekler... Onlar, savaş olmazsa kabuğunu sürükleyen bir salyangoza benzerler. Kabuklarımızı alırlarsa bizden geriye, gezdiği yerlerde sümüğünü bırakan böcekler kalır. Belki de, tıpkı çocukların salyangozlara yaptığı gibi hepimizin üzerine tuz döküp öldürmeliler. Bana sorarsan tatlı kıbbem, savaşı görmüş insanları barışta sağ bırakmamalı. Çünkü onlar, savaşı koyunlarında uyuturlar. Bir gün yeniden yakışıklı olma hayali o kadar güzeldir ki barışta onlara güvenemezsin.

Biliyorum, onlar, savaş bitse bile kadınları savaşır gibi sevecekler. Ganimetleri gibi. Ele geçirdikten sonra ancak yağmalayabildikleri...

Bu toprakta kadınlar bu yüzden mutsuz. Çünkü her gün yağmalanıyorlar ve kendilerini korumak için her gün sertleşiyorlar. Onlarda lanet olası çok kıymetli bir şey var ve ele geçirildikten sonra anlamsız olduklarını bildikleri için kendilerini kapatıyorlar. Bu karşılıklı bir anlaşma Filipina. İki taraf da birbirinin yarasını biliyor. İki tarafta da birbirinin yarasına iyi gelecek bir şey yok. Herkes durmadan birbirinin yarasını azdırıyor. Ama acı, bize en tanıdık şey olduğu için bunu sevmek sanıyoruz. Birbirimizin kabuklarını kaldıra kaldıra, kanata kanata tanışıyoruz, sevişiyoruz, sonra büsbütün merhemsiz kalıp birbirimizi dövüyoruz.

Kadınları çoğu zaman anlamıyorum Filipina. Onlara öyle şeyler yapıyoruz ki, niye hala bizi sevdiklerine, koyunlarına aldıklarına her gün şaşıyorum. Sanırım her seferinde yaralı bir köpek gibi bakmayı başarabildiğimiz için. Çünkü kadınlar şefkat göstermezse ölürler. Sanırım bu yüzden her seferinde bizi geri alıyorlar. Eğer bizi sevmeleri bizimle ilgili bir şey olsaydı, çoktan topluca göç etmiş olurlardı bu topraklardan.

Bizim derdimiz ne biliyor musun Filipina? Annelerimizin intikamını almak için büyüyoruz biz. Lanet olası savaşın, tozun toprağın içinde her gece kırık oğlan çocukları büyüyor. Annelerinin babalrı yüzünden nasıl ağladığını izleyen oğlan çocukları. Anneleri onlara o kadar aşık ki, yavaş yavaş büyüyüp babalarına benzediklerini göremiyorlar. Her gün biraz daha annelerinin kocaları olarak ihtiyarlıyorlar küçükken. Bir gün bir kadın geleceğini sanarak büyüyorlar. Bütün bu saçma denklemi değiştirecek bir kadın. Ama gelse alacak yerimiz yok. Çünkü annelerimiz gibi ağlamayan kadınları nasıl seveceğimizi bilmiyoruz biz.

Onları ağlattığımız için kendimizden nefret ediyoruz, ama ağlamadıkları zaman da annelerimiz kadar iyi yürekli olmadıklarını sanıyoruz.

Oysa bizim, bize gülecek kadınlara ihtiyacımız var. Bize gülüp peşimizden sürüklemekten yorulduğumuz salyangoz kabuklarımızı çatlatacak kadınlara. Ama en çok da kadınların bize gülümsemesinden korkuyoruz. Gülen kadınlardan ödümüz patlıyor bizim Filipina. Bu yüzden şöyle ferah feza sevmeyi de sevilmeyi de beceremiyoruz. Kadınların bizi gösterişli kabuklarımız yüzünden sevdiğini sanıyoruz. O kabuğa katlanmak için her gece nasıl ağladıklarını göremiyoruz.

Oralarda o kadar karmaşık şeyler var ki Filipina, savaş bize o yüzden iyi geliyor. Gürültü ve itiş kakış, önemli konuşmalar ve kararlar, toz ve kurşun... Hiç bir şey konuşmak zorunda değiliz. Çünkü Filipina, savaşlarda kadınlar erkekleri ölmek üzere oldukları için seviyor. Ölmek üzere olduğumuz için yakışıklı duruyoruz.

Annen uyandı Filipina ve gülümsedi. Ben kaçmaya niyetlendim. Annen odalar arasında dolaşırken, kahve koyarken, saçını düzeltirken, bilmediğim bir dilde şarkı söylerken, başka hiç bir şeyi olmadığı için ağustos sıcağında bile sırtından çıkarmadığı sarı kazağı, aynaya bakarken, ağzında tokası, dönüp, bana bakıp gülümserken... Bir şey oldu. .Evin içine ışık doldu. Anneni değil o ışığı bırakamazdım.

kıbbe*: Beyrut'ta tombul köfte anlamında kullanılan bir söz.

15 Eylül 2011 Perşembe

Kurtçuklar: 1. Bölüm

"Ölümlere sebep olan rüyalar üretiyordum, benim suçum buydu."
Dennis Nilsen

Halim Yaman, Cumhuriyet Parkı'ndan aşağı yürürken aklı hala geride bıraktığı kızdaydı. Uzun zamandır keder içerisinde geçirdiği günler onunla son bulmuştu. Son zamanlardaki en hayat dolu dakikalarını onunla geçirmişti. Ama o kızı orada bırakmak onun için pek de zor olmamıştı. Halim Yaman, böyle biriydi.


Sanat sokağı'na saptı. En kısa yoldan Halkevine gidip yıllardır görmediği, hapishaneden yeni çıkan Timur Tatar'la bir an önce konuşması lazımdı. Sanat sokağı'ndan geçerken yıllardır uğramadığı bir dürümcü hala açık mı diye bir baktı. Üşüdü. Eylül ayında İzmit'in bu kadar soğuk olmasına alışık değildi. Atkısını boynunda havayla temas eden bir yüzey kalmayacak şekilde doladı. Çarşı sokakları, hatta Fethiye'de bile insan sayısı sayılabilecek kadar azdı. Sokaklardaki arabalar yolun kenarında ters yönlere bakarken donmuşlardı. Hava buz gibiydi.

Halim Yaman gerekmedikçe küfür eden bir insan değildi. Ama Timur Tatar’ı gördüğü gibi okkalı bir küfür etti: “Amına koyduğumun herifi, özledim lan seni.”

Timur Tatar, İzmit’te 500 bin tanıdığı olduğunu iddia eden, ama aynı zamanda üç söylediğinin beşi yalan olan, güvenilmez bir adamdı. Ama bu istatistikler Halim Yaman harici herkes için geçerliydi. Daha önce Halim Yaman’a hiç yalan söylememişti. Timur Tatar; lise 2. sınıfta sınıf öğretmenine bıçak çekmiş ve okuldan atılmış, o günden sonra ne defter, ne kitap hatta gazete bile açmamış bir adamdı. Okuldan, eğitimden, bilgili insanlardan nefret ederdi. Onun için hayat basitti, bunlara ne gerek vardı? 7 sene önce hapise girmiş yeni çıkmıştı.


Acısu Parkı’na yürüdüler. Havanın gitgide artan dondurucu etkisi, artık bir cafeye oturma, sıcak bir çay içme gereği hissettirdi. Ama bu saatte de sıcak çay bulmak kolay değildi. Yine de bir cafeye oturdular. Konu Halim Yaman’ın Cumhuriyet Parkı’nda bıraktığı kızdaydı. Adı Lale Devir. Halim Yaman’ın Timur Tatar vasıtasıyla tanıştığı kız. Timur Tatar, 40’lı yaşları çoktan geçen Halim Yaman için “artık evlen” diyerek önüne getirdiği insan Lale Devir. Daha ilk buluşmada konuyu evlenmeye getiren Lale, Halim için evlenilecek biri değildi. Zaten evlilikten soğuyan biri için bu çok ağırdı.


Mekanda gün boyunca demlenen son çayın son yudumları içlerini ısıtırken, Timur Tatar konuya girdi:

-“Halim, biliyosun hapisten çıkalı çok olmadı.”
-“Evet...”
-“Ben hapishanede bir adamla tanıştım. Adı Ebubekir. Ebubekir Karatekir. Esaslı adam... Bana bir teklifte bulundu.”
Timur Tatar’ın 2-3 saniye süren sessizliği, Halim Yaman’ı sıktı:
“Eee?”
“Ebubekir Karatekir’den bir söz aldım. Hapse girmeme sebep olan o ibne Faik’i öldürecek.”


Faik diye bahsettiği Faik Delik’ti. Faik Delik, İzmit’in ortasında adam öldürecek kadar soğuk kanlı bir adamdı. Timur Tatar’ın ona olan güveni sayesinde alabildiği saç örneklerini, kimlik kartını cinayeti işlediği yere bırakmış. Timur Tatar’ın üzerine kayıtlı silahın bir kovanını da cesedin yanına bırakmıştı. Delil yetersizliğinden cinayet Timur Tatar’a kalmıştı. İyi davranışı sebebiyle 14 yerine 7 yıl sonunda çıkmıştı parmaklıkların arasından.

“Ebubekir Karatekir karşılığında ne istiyor?”

“Babasını öldürmemi...”
“Neeee?”
“Başka çarem yok. Bir şekilde öcümü almalıyım. Hiçbir şey yapmazsam ben bu duyguyla yaşayamam. Yapmam lazım... Hem Ebubekir ile benim arkadaş olduğumu bilen duyan yok. İki cinayet arasında bağlantı kurmaları imkansız.”
“Öyle deme Timur, girme bu işlere tekrar.”
“Başka çarem yok Halim Yaman, anlamıyor musun? Yaşayamam bununla... 1 hafta içerisinde senden de bir iki yardım isteyeceğim...”
Halim Yaman sessiz kaldı. Hala daha durumu idrak edemiyordu. Timur Tatar, Halim’in cevap vermesini beklemedi.
"Hadi kalkalım" dedi.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Dine Farklı Bir Bakış

2010 yılının başlarında ekşi sözlük yazarı değildim. uludağ sözlükte takılır, orda yazar, orda okurdum. aynı zamanda; o günlerde kafamı din konusuna yormuştum nedense. ama aklımdaki soruları cevaplamayı erteler, önem vermezdim.. ta ki; sözlükte nicklerinin arkasına saklanıp, gerçek görüşlerini laflarını esirgemeksizin söyleyen ateistleri, agnostikleri, deistleri ve müslüman olmayan yazarları okuyana dek.

zamanla kendimi bu konuları araştırırken buldum. din konusunda başlık açıp " troll lan bu " denen yazarları bile okudum. kimi zaman hak verdim, kimi zaman "saçmalamış" dedim. açtım; kur'anı okudum. zeitgeist belgeselini izledim. arkadaşlarımla tartıştım... işte bu sıralarda karşıma çıkan ve beni farklı bakış açısıyla etkilemiş olan bir yazıyı burda paylaşmak istiyorum bu yazımda.. belirtmeliyim ki bu görüşü savunmuyorum. ama görüşünü bu kadar açık bir şekilde yazan ve savunan birinin cesaretini o kadar takdir ediyorum ki. kimdir, neyin nesidir bilmiyorum. uludağ sözlük'te zero2900 nickli yazar. şu an silik, irtibata da geçemiyorum. işte yazı harfi harfine:

"allaha inanıyorum ancak onu sevmiyorum   
insanları sormadan iğrenç bir hayatın içine atıp başımıza ne felaket gelirse gelsin daha kötüsü gelmedi diyerek kendisine şükretmemizi bekleyen. real bir gün dayanamayacak olan. kullarını cehennem korkusuyla secdeye kapatan ve daha da iğrenci zamanında şeytanı da kullarına secde etmediği için yakan ve ne kadar merhametli olduğunu ant içe içe kitabında övünerek anlatan ve sizin sonunuzda secde etmez iseniz böyle olur diyerek hepimizi kendine secde etmeye zorlayan varlıktır. ve öyledir ki 40 secde değil 40 bin secde bile etseniz gökten bir cumhuriyet altını düşürmez. ananı babanı sağlıklı kıldım buna şükret deyip nasılsın diye sorulduğunda bile ahmak kullarının "allaha şükür" demelerine neden olmuş olan varlıktır. varlığına %100 inandığım halde adaletine merhametine ve bonkörlüğüne inanmadığım ayrıca kirlendiğinde yenilenebilir bir dünya bırakmayarak ilk insanın yaptığı pisliğin günahını 21. yy de çekmemizi sağlayan ve herşeyden öte ısrafın en büyük günah olduğunu zırvaladığı halde sırf kullarını etkilemek için evrende milyarlarca gereksiz gezegeni yaratarak ısrafın ağlasını yaptığını düşündüğüm. kullarını kendine kenetleyerek uğrumda ölen cennetliktir diyerek intihar bombacılarının artmasına neden olmuş sözde kullarını çok seven varlıktır. dua etmemizi istesede hiçbir duanın somut karşılığını vermeyen varlıktır.ayrıca yarattığı insanla övünürken o insanların hiç birine sahip çıkmayarak tüm insanların 1 insan yüzünden mahfolma ihtimalini doğruan (bkz: apo bush recep tayyip) gözümde sıfır olan varlıktır. daha beteri ise özgür fikirlere saygı duymayan milyar küsür kulu bir fikir bir inkar veya bir dışlama gördüğünde aşşalamaya kalkar. "

bu şekilde.

yazının doğru veya yanlış yanları günlerce tartışılır, dediğim gibi. ama, belki de %99umuz, konu din olduğunda, aklımıza takılan bir soruyu içimizden kendimize sorduktan 2-3 saniye sonra bile "tövbe tövbee" diyoruz. peki bunun nedeni nedir? korku mu? yoksa küçükken babamızın bize anlattığı ve bizim komple içimize aldığımız fikirlere bağlılığımız mı? doğru olan bu mu? işte budur benim sorguladığım..

13 Eylül 2011 Salı

Eurobasket 2011

İspanya - Slovenya
İspanya her anlamda favori. Pau Gasol'suz çıktığı ve bench ağırlıklı bir rotasyon ile oynadıkları Türkiye maçı hariç hep güzel oynadılar, hep bildiklerini oynadılar. Türkiye maçı harici attıkları ortalama sayı 86.2... Bu böylesine bir turnuva için inanılmaz bir rakam... İspanya çok akıllı hücum ediyor, her hücumları sanki daha önce çalışılmış hissi veriyor. Gasol kardeşler tartışılmaz ancak şu an takımın lokomotifi Rudy Fernandez. Tempoyu arttıran hep o oluyor, İspanya tempoya ayak uydurabiliyor, rakibi de uyduramazsa fark açılıyor, İspanya maçı koparıyor.

Slovenya da işlerin iyi gittiği söylenemez. Ard arda gelen 3 mağlubiyetin ardından, iyi basketbol oynayan ancak çok zayıf Finlandiya karşısında aldıkları galibiyet onları son 8'e taşıdı. Ancak birkaç sene önceki ritimlerinden yoksunlar. Gürcistan maçı harici 70 sayı barajını aştıkları maç yok. İyi hücum edemiyorlar. Jagodnik'in şutuna kaldıkları dakikalar bile oluyor çaresizlikten.

İspanya rahat geçer bence.


Makedonya - Litvanya

Makedonya bu turnuvada en fazla sürpriz yapan takım. Turnuvanın başından beri hep aynı seviyede oynadılar. McCalebb olmasa belki burada olmayacaklardı ancak yine de takım olmayı başarmışlar. Devşirebilecekleri en iyi oyuncuyu devşirdikten sonra yanına doğru adamlarla doğru bir takım oluşturmuşlar.
Çok sayı bulamıyorlar belki ama bilinçsiz bir hücum stratejileri yok.

Türkiye-Litvanya maçı hem bizim için hem Litvanya için dönüm noktasıydı. O maçı biz alsak şu an burada biz olabilirdik. Mental anlamda o maçın turnuvaya etkisi çok büyüktü. Litvanya'yı anlatmaya gerek yok. 85 sayı ortalamaları var. Toplam şut isabetleri %53, üçlük yüzdeleri %45. Taraftarın sahaya etkisi %100.
Litvanya en kötü zorlanır. Yenilmez.



Fransa - Yunanistan

Yunanistan burada olmayı haketmeyen ilk takım. Kolay kura, biraz da şans ile son 8'e kaldılar. Saha içinde bir liderleri yok. Ama ilginç yanı takım oyunu da yok. O günün adamını çıkarıyorlar, bu bir gün Zizis oluyor, başka gün Fotsis, diğer gün Bourousis. 

Fransa, İspanya karşısında dağılsa da hala Yunanistan'ı yenebilecek güçte ve kudrette. Bir Parker's Last Dance beklemiyor değilim. 

Favorim Fransa.



Rusya - Sırbistan

Rusya, tümüne favori çıktığı 8 maçın 8'ini de kazandı. Bu zor bir iş. Böyle bir turnuva istikrarı sadece saha içiyle sağlanamaz. Koç faktörü devreye giriyor burada. Davit Blatt takımını çok iyi tanıyor. Bugün Makedonya karşısında zorlanmaları kesinlikle kötü şut atmaları sebebi ile yaşandı. Bir takım her zaman iyi şut atamıyor ve Rusya'nın bu kötü gününde dahi Makedonya'yı geçmesi onların finale kadar yollarını açık olduğunu yeteri kadar gösteriyor bence. 

Sırbistan ürkütücü bir takım. Biz nasıl Türkiye'ye "dengesiz", "ne zaman ne yapacağı belli değil" diyorsak, avrupalılar da bunları Sırbistan için söylüyor. Bir gün 90 atıp diğer gün 59 atabiliyorlar denk savunmalar karşısında. Sırbistan geçen sene de çok genç bir takımdı, hala öyle. Geçen sene açıkçası yorumum şuydu: "bu takım seneye çok iş yapar." Öyle olmadı, Sırbistan şu anda hala yeterli oyun kabiliyetine erişmiş değil. Kendi takımlarında yeterli performans sergileyemeyen oyuncuların bu takımda, milli forma altında büyük başarılar göstermesi çok zor bir iş. İvkoviç kurt gibi bir hoca ama bir yere kadar.

Sırbistan beni korkutan bir takım, sürprize açık bir maç, ama ben David Blatt'e güveniyorum. Rusya alır.





Bir daha turnuva bitene kadar yazmam sanırım, şimdiden turnuva sonu senaryomu paylaşıyorum:
Semi Final:
İspanya-Litvanya
Fransa-Rusya
Final:İspanya-Rusya

12 Eylül 2011 Pazartesi

Savaşa Sürüklenmek

Malumunuz gerek dünyadaki süper güç dengeleri olsun, gerek o süper güçlerin yeni kaynak arayışları, ya da ortadoğudaki karışıklıklar olsun ki tabi bunlara arap baharı olarak adlandırdığımız Amerika ve Avrupa ülkelerinin 3 sene önce Libya'ya vb çevre ülkelere (bkz: dünya sistem teorisi) uçaksavar satıp sonra onları teker teker vurmak, ardından kurulacak hükümetle de enerji ihalaleri ile savunma ihalelerini toplayıp tekrardan pasif bir sömürü haline dönüştürme işlemi olsun, bu ve benzeri olaylar sayesinde yavaş yavaş savaşa sürükleniyoruz...



Tüm bü çirkinlikler karşısında haberleri ne zaman izlerken tekrardan bir üstü kapalı savaş çağrısı görsem aklıma hep savaş karşıtlığı hakkında dünyadaki en doğru kelimeleri bir araya toplayan insan olan Mario Savio gelir.

Savio zamanında Vietnam Savaşı sırasında gerek özgür düşünce platformları kurması, gerekse anti militarist yapısıyla olsun savaşa karşı duranların kalesinin adeta bayrağıydı. Bu sebepten FBI ölene dek peşini bırakmamıştır.

İşte Savio'nun sistemin iğrençliği ve yapmamız gerekenlerle ilgili aklıma kazınmış olan cümleleri. Umarım birgün dünyadaki herkese ulaşır...

"There's a time, when the operation of the machine becomes so odious.
Makes you so sick at heart, that you can't take part,
you can't even passively take part.
And you've got to put your bodies upon the gears and upon the wheels,
upon the levers,
upon all the apparatus. And you've got to make it stop!

And you've got to indicate to the people who run it, to the people who own it,
that unless you're free, the machine will be prevented from working at all!"

Türkçesi:
''Bir zaman gelecek ki makinenin işleyi öyle iğrençleşir, öyle bir midenizi bulandırır ki, onun bir parçası olamaz hale geliverirsiniz. Hatta Pasif olarak bile onun bir parçası olamazsınız. bedenlerinizi dişlilerin ve çarkların arasına, manivelalara kısacası tüm aygıtın (sistemin) içerisine sokmanız ve makineyi durdurmanız gerekir, ve makineyi çalıştıran insanlara, ona sahip olan insanlara şunu bildirmeniz gerekecektir; eğer özgür değilseniz bu makine çalışmayacak ! ''



Savaşa karşı duruşumuzun sonsuz simgesi.

RIP Andy Whitfield


Andy Whitfield çoğu sinemaseverin Spartacus rolüyle tanıdığı galli aktör. Spartacus: Blood and Sand(2010)'de 1 sezon başarıyla görev aldıktan sonra ikinci sezon hazırlıkları için yapılan olağan check-up'ta kendisine "Hodgkin dışı lenfoma" teşhisi konmuş, alelacele Yeni Zelanda'ya götürülmüştür. Başlangıçta bu hastalığı yenmiş, ancak hastalık tekrar nüksetmiştir.

Haziran 2010'da dizinin yayımlandığı kanal Starz, Whitfield'ın 2. sezonda görev alacağını belirtmiş bizleri sevindirmiştir. Ancak hastalığın nüksetmesi ile Eylül 2010'da kendisi diziden çıkarılmak zorunda kalındı.

Ve üzücü haber bugün, 12 Eylül 2011'de geldi. Belki o müthiş bir filmografi bırakamadı arkasında, belki harika filmlerde yer almadı. Ama her dönem izlenebilecek kalitede bir dizi bıraktı. Hem de şampiyon olarak!

Mekanın cennet olsun şampiyon.

11 Eylül 2011 Pazar

Harç Meselesi

3-4 gün önce haberini aldığımız biz üniversite öğrencilerini yakından ilgilendiren şu üniversite harçlarını ilgilendiren bakanlar kurulu kararı’ndan bahsetmek istiyorum biraz.

Öncelikle hayata dair düşünceleri oturmaya başladığından beri insanların temel ihtiyaçlarının ücretsiz olması gerektiğini bu ihtiyaçlardan biri olan eğitimin de vazgeçilmez bir hak olduğunu benimsemiş, başta özel okullar olmak üzere dershanelere, üniversite harçlarına kısacası eğitimin içindeki her türlü parasal çarka karşı olan birisiyim. Bunu belirterek karara geçmek istiyorum.

Söz konusu karara göre bir öğrenci aldığı dersi ilk iki alışında veremezse üçüncü alışında ekstra ücret ödemek zorunda. Bana göre bu kararın doğruluğunu sorgulamak için ilk önce üniversite harcının ne olduğuna bakmamız gerekmekte.

 İnternette üniversite harcı yazdığımızda karşımıza genelde parasal bulumlar çıksa da aralarında şöyle bir tanım buldum :

‘’ Üniversitede öğrenim görecek veya görmekte olan öğrencinin, alacağı eğitim hizmeti karşılığı üniversiteye ödediği ücret-bedeldir.’’

Bu tanımdan yola çıkacak olursak şimdi biz eğer üniversite harcını kabul ediyorsak bana göre aynı dersi üçüncü kere aldığımızda dolayısıyla alacağımız hizmet de  artacağından ekstra ücret ödememizde sakınca yok. Nihayetinde aynı dersi takır takır geçenlere göre, üniversiteden aldığımız hizmet daha fazla. Sadece okulu uzatan öğrencilerde zaten tek ders için harç yatırdığında ekstra alınacak olan para sorun gibi gözükmekte. Bu meblağnın biraz daha azaltılması durumunda çok bir sıkıntı oluşacağını sanmıyorum.

Bir de bu kararla ilgili olarak insanların tepkilerinden bahsetmek istiyorum.

Kararın çıkış tarihi 26 Ağustos 2011. Bu kararın çıkma süresini geçtim resmi gazetede yayınlandığı güne kadar hatta insanların harç miktarları belli olana kadar kimseden ses çıkmadı. Zaten gündemi takip etmediğini en iyi kendimizden, çevremizden bildiğimiz genç nesil sanki karar alınırken oradaymış gibi ahkam kesmekte. Hep söylediğim gibi insan dediğimiz varlık gül gibi yaşayıp giderken kendi keyfinin güzelliğiyle uyuya kalıp umursamadığı şeyler onu dürtmeye başladıkça piyasaya çıkıp kendi riyakarlığını ifşa etmekte.

En çok güldüğüm ifade ise şu ‘’devlet üniversitelerinde böyle şey mi olur? Özel okul olsa tamam’’. Amına koyayım bu ne yaa? Asıl ben sana sormak istiyorum neden okuduğumuz okulları özel-devlet diye ayırıyoruz? Neden temel ihtyacımız olan eğitim hizmetini alırken para ödüyoruz, neden?

10 Eylül 2011 Cumartesi

Beşiktaş İşte

Yakın zamanda dalga sesleri arasında güzel bir dost ortamında muhabbet ederken arkadaşlardan biri Beşiktaş’ı  fazla önemsememle ilgili küçük bir eleştiri yaptı. Ne bileyim ilk önce olumsuz bir şeymiş gibi olabilir falan desem de uzun vadede düşündüğümde bu önemseme durumundan hiç de mutsuz olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Taraftarlığı eleştiren insanların argümanlarının herhalde yüzde doksanı aynıdır. ‘’ adamlar parayı alıyor sen kendini parçalıyorsun’’, ‘’ boşuna ne üzülüyorsun alt tarafı bir top’’, ‘’ ileride ne katacak ki hayatına’’…

2008-2009 sezonunun son haftalarında kendi sahamızda hiçbir iddaası olmayan fenerbahçe’ye 2-1 yenilmiştik. 1 haftaya yakın televizyona bakamamıştım. Gazeteyi elime alırsam spor sayfasını da okuyacağımı bildiğim için elime gazete almamıştım.

Sonra zaman geçti ve o sezon ilk önce kupa finalinde Fenerbahçe’ye 4-2 koyduk. O maça dair hatırladığım şeylerden birisi  4. Golden sonra halının üstünde yuvarlanıyor oluşumdu.

Sonra da takım toparlandı bir şeyler yaptı ve Beşiktaş lig şampiyonu oldu. O sezonun son maçı olan Denizli maçının son düdüğü çaldıktan sonra 2 şeyi net hatırlayabiliyorum. Birincisi gölcük merkezdeki meydanda babamla birbirimize sarılışımız, ikincisi de Değirmendere’de elimdeki birayla gökyüzüne bakarkenki ruh halim. Ve çok net söyleyebilirim ki hayatının her anında mutlu mesut takılan bir adam olmama rağmen ben çok az kere o kadar mutlu oldum. Biz babamla çok az kere o kadar sağlam birbirimize sarıldık. Ben çok az kere o kadar alkol almışken eve gelir gelmez uyuyamadım. Bana çok az kere annem çok içtikten sonra ‘’niye bu kadar içtin’’ diye sormadı.


Ve bugün gecikmeli de olsa lig başlıyor, tam bir buçuk saat sonra da Beşiktaş’ın maçı var. Aklıma geldikçe heyecanlanıyorum, içimi bir sıcaklık kaplıyor.

Şimdi bana ‘’neden heyecanlanıyorsun ki, ne var bunda?’’diyen insanlara ne diyebilirim ki ben? Bunu nasıl açıklayabilirim? Ne denir ki Beşiktaş’tan başka, Beşiktaş işte amına koyayım , BE-ŞİK-TAŞ !!!

8 Eylül 2011 Perşembe

Ne zaman susacaksınız?

Dün, aralarında emredplc'in de bulunduğu 3 panpamla beraber arkadaş evinde içip sabahlamaktı gayemiz. Biralar, votkalar alındı. Kadehler hazırlandı. Gülme sesleri, açık olan balkon kapısından sızıp ıssız ve dar sokakta yankılanmaya başladı. Tabii bundan biraz geç haberdar olduk.

İstikrarlı bir şekilde devam eden espri kalitesi, kafaların güzelleşmesi ile daha fazla, hep daha fazla kahkaya neden oluyordu doğal olarak. Kahkahaların doruk noktasına ulaştığı anda, acayip kuvvetli bir ses ile south park sessizliği yaşadık. Demir tellerle kapatılmış balkona hala daha bilmediğimiz bir cisim atan karşı komşunun sesi idi bu sefer sokakta yankılanan: "Ne zaman susacaksınız?"
Biz hala daha omegle'da "you guys high?" diyen hatunun etkisinden kurtulamamışken, bu denli bir şok fazlaydı o kafayla. Yine de şoku atlatıp sokakta bir anda düşen seviyeyi yükseltebildik.
Cevap ev sahibi arkadaşımızdan geldi: "İnsan gibi söyleyemiyo musun?"
"İnsan gibi söylüyorum"
"Belli, hadi git yat."

Bir şeyi anlarım, saatlerdir rahatsızsındır sesten, yapabileceğin en iyi tercih; kapıyı çalıp "gençler sesiniz biraz fazla çıkıyor, rahatsız oluyoruz" demektir, en kötü tercih camdan bağırırsın "gençler yeter artık" dersin. Ulan artık taş mı attı, sopa mı attı bilmiyorum da cana kastetmek nedir ya? "2011 yılında, Kocaeli'de bunu yaşamak da varmış" demek bile gelmiyor içimden.

Yıllar geçiyor, zihniyet değişmiyor. Barbarlık hep bir parçaları oluyor bu insanların, hoşgörüleri olmuyor. Kendi sabah namazına ya da her ne boka kalkınca, eğlenen gençleri görünce hazetmeyip onları rahatsız edebilme gücünü kendinde hissedebiliyor. Taş atabililiyor, yeri gelirse bıçak bile çekebiliyor. Bu gücü ona yine zihniyeti veriyor.

İşte burası Türkiye, biricik ülkemize hoşgeldiniz.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Beetlejuice!


Beter böcek, beter böcek, beter böcek!


1988 yapımı Tim Burton filmi "Beter Böcek" i hatırlayaman ya da izlemeyen yoktur herhalde. Ölülerin banka sırası aldığı, kıskanç beter böceğin her türlü zibidiliği yağtığı mükemmel film. Her zaman benim favorilerim arasında yer alan bu eğlence yumağının 2.si çekilecekmiş. Güzel haber diye bunu derim, sevinirim efendim :)



(Benim en eğlendiğim sahne.)


Buyrun burdan yakın.

Bir Kız Tanıdım, Kutsi Seviyordu

insan; binbir türlüsü olan canlı türü. farklı hobiler, farklı uğraşlar. kimisi sabah akşam dizi izler, hiç birini kaçırmaz mesela. kimisi spor yapar yorgunluktan geberene dek. benim burada değineceğim konu bunlar değil. beni bilen bilir;

müzik benim "onsuz yaşayamacaklarım" listemde 1 numaradır. geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir diyalogtan ve insanların zevk farklılıklarından bahsetmek istiyorum. geçen gün yine oturuyoruz. (klişe) sordum kişi'ye "ne tarz müzik seversin?". " pop dinlerim genelde, kutsiyle mustafa ceceli'yi severim" cevabını aldım. ve o an aklımdan geçen doktor kutsi'nin o bakışı ve sabah-akşam mustafa ceceli'yi inleten alt kattaki betüş cafe idi.(isme bak sihirle annem çakması) çıkardım mp3'mi gel dedim yanıma şöyle. tak dedim kulağına. birkaç şarkı dinlettim, şöyle sert olmayanlardan.  <adeta bir zevkten yoksunmuş gibi geldi bana, hani sokakta bir çocuk vardır; sen arkadaşlarınla oynarken o köşede oturur utangaçlığından. sen de " gel sen de bizle oyna" deyip, onun yüzünü güldürürsün ya, o şekil bi görev üstlenmiş gibiydim.> dinledikten sonra görüşünü sorduğumda cevabımı aldım: " ilk dinlettiğin miydi? hani bağıran adam vardı ya, o güzeldi. " işte bu cevabı alan ben'im içimi bir mutluluk kapladı o an. dinini yaymış bir misyoner gibi. ve ardından devamı geldi: " mp3'ün bende kalabilir mi? şarkıları atarım, dinlerim hem."

bu tip mutluluğu insan çok uğraş verdiği ya da çok önemsediği birşeyde bulabiliyor ancak.
mutluluk kollara ayrılsa, tamamen farklı bir kol bu.
ortak zevklere sahip olmanın ya da olucak olmanın getirdiği bir duygu.

Koşullar

Zaman zaman bir alt kademe olduğumuz durumlar var. Koşullar mevkiler yüzünden. Koşturmadan gittiğimiz bir işimiz ya da bir randevumuz yoktur. Var mı yoksa? "İtinayla at gibi yarıştırıyoruz usta!" Çalışıp alnımızı paralıyoruz akan terle. Kendimiz için yada kendimiz gibi gördüklerimiz için.. Yalnız bu durumda araya bazı mevzu bahisler giriyor. Birilerine tahammül edip yapmak zorunda olduklarımız gibi. Bu muhtaçlıklarımız yüzünden midir tartışılır! Misal kazanmak için başarıya ihtiyaç vardır değil mi? Bence yok . Yani onlar öle bir davranış içinde işleri yürütüyorlar... Arkamdan pisliklerimi temizle, sırtıma yastık iliştir, cebim her daim sıcaktır üşütmez hiç bir engel beni! Ama sen dımdızlaksındır ve ihtiyaçların ensenin rahatlığına göre karşılanmaz. Geçinmek, geçindirmek, yetiştirip- büyütmen gerekenler vardır. Onlarınsa büyüttükleri sadece üzerine oturdukları kıçları!

Para tehlikeli küstahlaştırıcı hatta ayırıcı bir araç da olabiliyor yani.


Bir de şu sen amirimsin durumları var. Tüm saygılar içtenmidir acaba onlara?
En basiti geçenler bir manavda çalışan bir çocuk ile manav sahibi adamın arasında ki iletişimden bahsedeyim. Patron insanın boğazına takılacak cinsten tam bir kılçık! Çocuksa masum ve sessiz tabiki saygı da sonsuz. Aşağıladıkça aşağılıyor adam çocuğu; yok bunlar böle mi yerleştirilir, yok bunlar böylemi taşınır bam kafaya bir tane. Küfürler.. hakaretler.. (Adam sorunlu mu diye bir ara düşünmedim değil!) Müşteride bir yandan "Noluyor?"der, "Bunlar hep böyle hakkıdır!"diye bir tabir kullanır bu sefer adamda. O çocuğun yerinde olmak istemezdim. Helede tepkisiz ve suskun duruşunu izlemek bile insanı çıldırmaya yeter! Zorunlulukları yüzünden " katlanmak " acı bir durum. Hele ki böyle olası durumlarda.


Paranın üç kuruşu bile kimi için su gibi bir ihtiyaç hatta aşağılanmak pahasına elde edilse bile.


Trajik komik mevzular bunlar. Üzül ama gülerken düşünmeden de geçme!

İşte onlar

Yakın tarihte, gördüğüm en güzel fotoğraflardan birine rastladım. Benjamin Couprie'nin elinden çıkma. 1928'e ait. Brüksel sokaklarında.

Fotoğrafın benim için anlamı derin, ve eminim ki bir çok mühendis adayı için de bu geçerli.

Her öğrencinin aklından geçmiştir: "Bu yasalar, bu kurallar, bu yöntemler günlük hayatta ne işe yarayacak?"
"Bu yasaları, kuralları kim buldu?"
"Bu insanların işi yok mu bu işlerle uğraşıyor?"
"İşleri zaten bu."
"Bize bulacak, keşfedecek şey kalmadı bunlar yüzünden."

Evet arkadaşlar... Bu insanlar eğer yaşamasa, bilime kattıkları şeyler havada kalsa, liseyi 2 yılda, üniversiteyi 3 yılda bitirebilecektiniz. Karşınızda Einstein'dan Brillouin'e, Lorentz'den Planck'e uzanan seçkin kitle.

İşte Onlar

İkilem.

Ben baya bi ikilemde kaldım. Somut bi ikilem değil ama önemsenmesi gereken bi konu olduğunu düşünüyorum.
Farzı misal bi masada 5 kişi oturuyor. Bunlardan iki tanesi kendilerince önemli ya da anlamlı bi konu üzerinde "konuşuyorlar". Geyik yapmıyorlar, hangimiz daha çok komiklik üretiriz yarışına düşmüyorlar. Ciddi denebilecek bi muhabbet dönüyor. Sonra bu 5 kişilik grubun muhabbete dahil olmayan üçlünün içinden herhangi biri iki kişi arasında dönen muhabbeti makaraya sarıyor ya da ordan kendine bi malzeme üretip eğlenmeye çalışıyor. Haklı olarak şu zamanda nadir bulunan "güzel ve nitelikli" muhabbetinin içine limon sıkılan ikili bozuluyor ve provakatör ruhlu üçünkü kişiye tabiri caizse çemkiriyor, bozuyor, hor davranıyor.

Buraya kadar her şey normal.

Benim ikileme düştüğüm nokta, daha ilk hatasında bu insana cephe almak doğru mudur değil midir? Yani bunu bir kere yapan niye hep yapmasın ki diye "al işte teneke, vursan tın tın ses gelcek. ot gelmiş saman gitcek. o değil kendine hayrı yok bari benim de sinirimi bozmasa." tarzı düşünmek ve o anda yaftalamak mı doğru? Belki o anda kafası çok meşguldur ve bi şekilde zihnini boşaltması, saracak başka bi şeyler bulması gerekiyordur. Belki stresine başka türlü atamamıştır da aklından ilk geçeni direk kulağında süzmüştür. Çünkü artık öyle bi durumdayız ki, sadece konuşmak iyi gelebiliyor. Bomboş, anlamsızca, zeka birikintisi olmadan kurulan cümleler, atılan kısa kahkahalar, izlenen videolar... Eve gidip sessiliğe kavuştuğunuzda sadece gürültü yaptığınızı fark edip, başınızda ufaktan bi zonklama. Ama o anda zihninizin hakkaten boşaldığını fark etmeniz. Aslında başlı başına "geyik" kavramı...



Şu durumda muhabbeti bölünen ben olsam, çok kızarım. Adam gibi iki çift laf edebileceğim çok nadir insan kalmışken, onca geyikten sonra az biraz kafamı çalıştırmamı sağlayacak bi sohbet edebiliyorken bunun bölünmesi çok sinirimi bozar.

Empati her zaman gerekli midir? Gerekliyse niye bu kadar zor bir zanaattir?

6 Eylül 2011 Salı

El Sallamak

Yakın bir arkadaşım babasının memleketi olan Marmara Adası’nda arkadaşlarla küçük bir tatil yaptık. Beni iyi tanıyan bu arkadaşların da bana yönelik tahminlerinde dedikleri gibi ileride param olursa kesinlikle herhangi bir adadan ev alacağım. Ama tabi ki ada tercihi olarak şu anki önceliğim ‘’Marmara Adası’’.

Adadan birazcık bahsedicek olursak yüzölçümü büyük olsa da yerleşimin çok olmadığı oldukça huzurlu bir ada. Çok gelişmemiş olmanın verdiği günümüz şehir yoruculuğundan uzak bir yer. Günlük hayatta insanların çoğunun birçok küçük beldede olduğu gibi birbirlerini tanıdığının birbirlerine güvendiğinin örnekleri bolca karşımıza çıkıyor. Çaybahçesinde adisyon açılmaması, insanların anahtarları kapının dışında bırakmaları vs. Adanın çok güzel ufak çaplı koyları var. Bunlardan benim favorim Manastır adlı ufak koy. Sanırım eskiden bir Manastır varmış burada. Adını buradan alıyor. Buraya gitmek için merkezden biraz uzaklaşmanız gerekiyor ama Manastır'daki küçük işletmedeki kırmızı soğan eşliğinde istavrit olayı her şeye değer. Bir parantez de delice araba kullanan ada halkına açmak lazım. Çok araba olmadığından mıdır bilemem ama çok ''deli'' araba kullandıkları kesin..

Ada'da saat 10-11'den sonra çıkan sıcacık pohaçalar ve ''koruk'' adlı yerel içecek de aklımda kalan diğer güzel detaylar...

Adaya geçirdiğimiz ilk gecenin sabahında, uyandığımızda arkadaşlar manyağın birinin Barış Manço’nun el salla kol salla şarkısının arka arka 4-5 kere çalındığını söylediler. Ben arka odada uyuduğum için duyamamıştım. Diğer adalı olan arkadaş ise bunun Seyhan IV adlı gemiden geldiğini, geminin her geçişinde bu şarkıyı çaldığını ve gemidekilerin adaya, adadakilerin de gemiye el salladıklarını söyledi. Bu bize ilk bakışta biraz ilginç baya da komik geldi. Ardından adada dolaşırken gemiyi gördüğümüzde gerçekten insanların el salladığını gördük.

Dün adadan dönmek için bu Seyhan IV gemisine bindik. Gemi kalkmak üzereyken hoparlörler açıldı ve şarkı çalmaya başladı. Gemi kalktı ve denizden açılmadan adanın kıyısından yola koyuldu. Biz geçerken geminin sesini evlerinden duyanlar balkonlarından ellerine aldıkları havluları, tişörtleri, plajda duyanlar havlularını, yolda giderken duyanlar geniş geniş açtıkları iki kollarını sallamaya başladılar. Öyle ki 4-5 katlı bir apartmanın bütün balkonlarında en az 3-4 insan bize bir şeyler sallaması ve ya Çınarlı Köyü'nden geçerken insanlar sadece el sallamak için iskeleye çıkması gerçekten çok çok güzeldi.

Sanırım hayatımda ikinci defa dışarıdan bakıldığına bu kadar basit görünen bir hareketin birçok insan tarafından birlikte yapıldığında, o topluluğun parçası olmanın insana verdiği o eşsiz mutluluğu hissettim.

Bu yazıyı tek başıma da yazsam benden okuyan herkese Barış Abi'den gelsin:

''Müsadenizle Çocuklar''