29 Ağustos 2011 Pazartesi

Her Temas İz Bırakır


Ben çok ilgimi çekmediği sürece, başladığı kitabı bitir(e)meyen, hatta çoğu zaman başlamayan biriyim. Bunun nedenini çok sorguladım. Vardığım sonuç: ilkokulda okumamla yükümlü tutulduğum kitaplardı. Hepsi birbirinden zevksizdi. Tat verselerdi zaten, şu an yüzlerce kitap okumuş biri olabilirdim. Olmadı, olamadı...

Küçükken kitap başlığı altında yaşadığım zorluklar, talihsizlikler içerisinde en azından ilgimi çeken bir dalda okuma alışkanlığı edindim. Kurgu.
Beni her zaman cezbetti. Kurgusu güzel olan filmlerden ne kadar zevk alıyorsam, kitaplar onun 3-4 mislini verebilmeye başladı.

Elbet deneyim etmişsinizdir kitaptan filme aktarılan yapıtları. İlk kitabı okuyup sonra filmini izlemeyi. Çoğu tad vermez. Nedeni basittir, günlerinizi ayırdığınız kitap, hayalgücünüzü doruklarında kullandığınız kurgu; bir anda 2 saatlik basit bir filme dönüşmüştür. Beklentileri karşılamaz, karşılayanları vardır elbet, ama geneli karşılamaz.

Behzat Ç., yayımlanmaya başlamasından oldukça uzun bir süre sonra izlemeye başladığım bir diziydi. Acayip sardı. İzlediğim en iyi türk dizisi diyebildim... Bu dizinin yararlandığı kitaplar vardı. Emrah Serbes'in elinden çıkmış; Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat. Şu an ilkini okumaktayım ve önce sinema yapıtını sonra kitabını okuduğum ilk kurgu. Ve bu ilk deneyimim. Belki beklentilerimi düşük tuttuğumdan, belki başka sebeplerden, ya da sebepsiz acayip keyif veriyor. Her satırı harikulade, her cümle şükela. Bitmesin denir ya, öyle işte...

Bitmesin.

28 Ağustos 2011 Pazar

Çocuklar

Birkaç gün önce arkadaşların yanına giderken pat pat diye sesler duydum. Tam  ‘’noluyo aqq’’ derken köşeyi döndüm ve karşımdaki alt geçidin içinde mantarlı tabancalarla oynayan 6-7 tane çocuk gördüm.  Çocukların hengamesine karışan yankılı mantar sesleriyle altgeçitte on numara bir ortam vardı. Direk aklıma yumurta kafa bir arkadaşımın boncuklu tabancayla kafama attığı boncuk ve o boncuğun canımı hiç acıtmadığı halde arkadaşı kovalamam geldi. (tabi ki yakalayamamıştım.) O esnada çocuklara yaklaşırken çocukların silahları birbirinin kafasına yakın patlattığını gördüm. Çıkan sesten kendileri daha çok rahatsız oluyor olacaklar ki silah tutan kollarını açıp, bedenlerini geri çekerek o eski kuru sıkı görünümlü mantar tabancalarının tetiğine basıyorlardı.

Ben çocukların yanına daha da yaklaşırken, çocukların bir bölümü taarruzun başarısızlığından olacak ki geri çekilmeye başladı. O an iki tanesi sadece koşarken üçüncüsü iki üç adımda bir arkasına bakarak silahı havaya kaldırıp ateş ediyordu.  Sadece koşanların bir tanesi tam yanımdan geçerken ‘’cephaaneee!! Cephanneee!!’’ diye bağırmaya başladı. Kendimi öyle bir gaz hissettim ki herhalde biraz daha gaza gelsem ben de ‘’sıhhiiyee!!! sıhhiyeee neeerrdee? !! sıhhiiyeee neerrde kallldddııı?!! ‘’diye bağırmaya başlayacaktım.

O ara arkada kalan çocukların yanına yaklaşmıştım ve çocuklara ‘’ olum kafalara çok yakın ateş etmeyin laan ‘’ demeyi planlıyordum ki, ‘’ cephane ‘’ diye bağıran çocuğu duyan eleman ellerini yukarı kaldırarak ‘’ çanakkaaleee geçiillmeeeeezzz !!! ‘’ diye bağırmaya başladı.

Ben de çocuklarla beraber gülerken savunma gurubundan başka bir eleman ‘’ biz türküüüüz ‘’ diye bağırdı.

O arada çocukların yanından bir şey demeden uzaklaşmış  bulundum.

Sonra yemek yemek için nam-ı değer Zeki Usta’mıza gittim. Orada da bir çocuk vardı masa da otuyordu. Diğer gördüklerimin aksine bu biraz daha esmer, kara kuruydu, sessiz sakin etrafına bakıyordu.

 Düşündüm bu iki çocuk arasında ne fark var ki? Şuan ikisi de çocuk, ikisi için de savaşmak bir oyun. Peki ya sonra? Eğer İkisi de eline bu sefer gerçek silah alırsa; birbirlerinin gözünün içine baka baka, yine silah tutan kollarını açıp, bedenlerini geri çekerek tetiğe basarlar mı?

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Aşağı Yukarı Aşağı Yukarı

Hırs insanoğlunun mitlerde de anlatıldığına göre gaflet gömleğini giydikten sonra çıkmıştır.Sorumsuz ve tembel insan, gün gelmiş önlemler alıp hayatını devam ettirmek için çalışmaya başlamış.Mağaraya yerleşmiş, hayvan avlayıp postundan giysi etinden yemek yapmıştır. Çoğalan insana bazı şeyler yetmemiş elbet bu yüzden daha da uyanık olmuşlar, yeri gelmiş işbirliği yapmayı öğrenmişler lakin insanın bireyselliği hep vardır zaten bireysellğin getirisi hırstır.Düşünüyorum da hırs insanın yalnız kalmama isteğinden de doğuyor olabilir meşhur "zirvedeki yalnız adam silueti" vardır ya hani hırsla her şeyi elde ettiğini zanneden halbuki her şeyi kaybeden bir mahluktur.Hırs başkası yokken ortalıkta görünmez, kimi geçiceksin ki?Şunu desem yanlış olmaz gibi geldi "rakip ya da rakiplerinden kurtulup bireyselliğini yüceltmek ama rekabetin de devam etmesini istememek ve istemek".İşte böyle yaman bir paradoks çıktı karşımıza.

Aslında hırs kullanıldığı ölçüye bağlı olarak iyi bir şeydir kanımca çünkü bir hedef vardır ve ona ulaşmak için size mücadele gücünü veren hırstır ve kardeşi bir tutam inattır.Ezik ve özenti bir kişiliğe sahip bireyin sahip olduğu hırs onu kör eder.Hırsı sayesinde kazandığı her başarı ona başkalarını ezme hakkını da verir, ona göre.Kapitalizmin de insanlara aşılamak istediği buydu "ezilme ez" dedi, gün gelip onun da başkası tarafından ezileceğini söylemedi o saflara çünkü el elden üstündü ve burju va bunu biliyordu.Ezicektin ezmezsen aç kalacaktın sistemin gereğini söyledi burjuvalar.Koltuklarını korumak isteyenler için ayaktakilerin kavgası her zaman iyidir.Haydarpaşa garından inip İstanbul siluetine bakan saf insanlar bu yüzden "sen mi büyüksün ben mi..." dedi.Büyük insan, hırsını kullanırken kör olmaz ve nihayetinde buranın dünya olduğunu unutmaz.Zirvelere çıkanlar hatta havada uçanlar da ayakları altındaki toprağa karışacaklardır ve hayatın bir anlamı varsa o da diğer insanlarla paylaşılabilicek bir hedefin var oluşudur.

Not:Bana bu yazı için ilham veren şahsa teşekkürü borç bilirim.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Arka Oda

Geçen sene üniversite sınavına 2. kere hazırlanırken başlarda türkçe ve felsefe paragraflarından çok fire veriyordum. Verdiğim fireleri azaltmak için soru okuma tarzımı değiştirmiştim. Daha önce paragrafı direk şıkları doğru okumak için okuyup şıklara geçerken, yeni yöntemimde paragrafı okuyup, yorumlayıp öyle şıklara geçiyordum. Netice itibariyle yöntemim beni istediğim yere götürse de bana asıl kattığı şey sonralardan farkına varsam da, okuduğum şeyleri yorumlarken bunların bana kattıklarıydı.

Genel olarak sabırsız, tüketmeyi seven ve kitap okuma alışkanlığını geç kazanmış biriyim. Bunların birleşimden felsefeyi çok sevsem de o her cümlesinden devasal anlamlar fışkıran felsefe kitaplarını uzun uzadıya okuyamayacağım gerçeği çıkabilir. İşte tam burada o küçük küçük (ne manidardır ki zamanında bunların uzunlukları sinirlerimizi hoplatırdı), hepsinde bir akımı, bir düşünceyi, bir filozofu içeren felsefe paragraflarının, benim gibi adamlar için ne kadar pratik olduğu ortaya çıkıyor.

Öyle ki geçen sene hoşuma giden paragrafları keser sonradan tekrar tekrar okurdum. Bunlardan bir tanesini birkaç gün önce odamı karıştırırken karşıma çıktı. Benim de aklımdaki bazı düşünceleri derli toplu anlatmış, ben de bazı kelimelerin altını çizmişim. İşte o paragraf :

‘’ Montaigne’e göre hem kendisi hem başkaları için elinden geleni yapmış ve bunun meyvelerini toplamış olan kişi, bir süre sonra yalnızlığın sınırlarına çekilme hakkına sahip olmalıdır. Ona göre, insan, kendi içinde de kendi dışında da rahatça yaşabilmelidir. Yalnızlık bilge için bir gelişme alanıdır, bir kaynaktır. İnsanın eşiyle, dostuyla, ailesiyle birlikte olması elbette iyidir. Ancak bunlara yazgımız gibi bağlanmamalıyız. Tümüyle bizim olan, kimsenin giremediği bir arka oda ayırmalıyız kendimize; gerçek özgürlüğümüzü, temel ayrılıklarımızı, temel yalnızlığımızı kurduğumuz bir arka oda.’’

Şimdi:

İlk cümlenin altı çizili kısmı ‘’meyvelerini toplamış’’: Ben her zaman insanın elinden geleni yaptıktan sonra rahatça meyvelerini toplayabildiğini düşünmüyorum. Yani bazen her şeyi yaparız ama olmaz. Ama bence zaten burada önemli olan her zaman meyveleri toplamak değil elimizden geleni yapmamız kısmıdır.(ki bunu geçen yazıda da belirtmeye çalışmıştım.) Yani insan bir şey için elinden geleni yaptıktan sonra sonucu önemsemeden kendi köşesine çekilme hakkına sahip olmalıdır.

İkinci altı çizili yer ‘’bilge’’. Bana göre sadece bilge değil her insan bunu yapabilmelidir. Aslında tam bilemiyoruz çeviriden ve ya başka nedenden bilge yazılmış da olabilir, belki de bunu yapanın zaten sonucunda bilge bir insan olacağı düşünülüp ondan öyle yazılmıştır.

Üçüncü altı çizili kısım, herhalde bunun altını bir düşünce farklılığından değil, dikkat çekmek için çizmişim. Evet bu arka oda gerçekten çok önemli. Aslında blog yazarken yani yazdığım yazıları paylaşırken en çok bu arka oda insanı çekincede bırakıyor. Acaba odanın kapısını fazla mı açtım?


Neyse ki fazla kişi okumuyor zaten :D.


21 Ağustos 2011 Pazar

Mutlu Aşk

Neden bilmiyorum ama beşiktaş’la ilgili kurduğum hayallerde hep taraftarlık vardır. Ne biliyim mesela Beşiktaş 5 sene üst üste şampiyon olsun diye hayal kurmam. Tabi ki isterim böyle bir şeyin olmasını ve ya Beşiktaş’ın Avrupa da bir kupa kazanmasını, ama hayallerimde öncelik bu olmaz genelde. Önceliğim her zaman tribündür, inönü’de kapalı, kadıköy’de deplasman…

Perşembe günkü Beşiktaş-Alania maçında takımlara sahaya çıkarken, asi ruh belgeselinden hatırladığım ‘’hayi kalk ayağa’’ bestesi çalmıştı, az önce de brewer adlı ekşisözlüğün geçen haftanın en beğenilen entry’sinin sahibi arkadaşım bu şarkının slaytla hazırlanmış bir klibini attı. Klipte dikkatimi ‘’ mutlu aşk vardır’’ pankartı çekti. Yıllardır kapalı alt kombinesi hayalini kuran bünyemin bu hadiseye ulaştığı şu günlerde çok güzel geldi bu pankart.  Peki neden mutlu son yoktur da mutlu aşk vardır ?

Az önce de dediğim gibi ‘’yıllardır hayalini kurduğum’’ bir şeyi elde ettim . Peki bunu elde etmek bir mutlu son mu, Yoksa aşkın ta kendisi mi? Peki ben bugün %35 zamla aldığım kombinemi çoğu insan gibi isteyip de alamasaydım, mutsuz son olmaz mıydı? Ee o zaman ne anlamı kalırdı yıllardır süren tutkumun, mutlu aşkımın?

Velhasıl kelam her geçen gün yaşam bilincimizin ödevleştiği şu zamanlarda hayallerimizi de ödevleştirmemeliyiz. Şunu yapmam lazımdı yaptım ‘’mutlu son’’, şunu çok istedim ama olmadı ‘’mutsuz son’’. Hayır, olmadı ama sen istedin oydu işte önemli olan, işte bunun için mutlu son yoktu, mutlu aşk vardı zaten..

İkinci bir velhasıl kelam kapalı gerçekten çok başka be amına koyayım..

12 Ağustos 2011 Cuma

Today is a good day to die

1.5 aylık yaz okulu maratonundan sağ salim çıkmış bulunmaktayım. Okul derslerini çok önemsemesem de, daha doğrusu önemseyip bu uğurda hiçbir gayrette bulunmasam da üzerimden büyük bir ağırlığın kalktığını hissetmek hiç de güç değil.

Taş patlasa 1.5 ay sürecek olan yaz tatilime umutla bakıyorum. Baktığımda bol bol uyku, bol bol film-dizi, bol bol kitap görüyorum. Sonra yine uyku...

Biliyorum bu tatil yaz okulundaki 1 güne eşdeğer vaziyette çok çabuk geçecek. Bunun bilincinde olmak kötü ancak zaman kavramı üzerinde değişiklik yapacak bir kudrete de sahip değilim. Ne yapalım.

Mutlu olmak lazım. Hoka hey.

Bugün ölmek için güzel bir gün...

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Michael Fink

Bu aralar sürekli şunu yazıyım bunu yazıyım diyip hiçbir şey yazamıyorum. yazamıyorum derken yazmaya başlayamıyorum heralde. ama bu sefer başladım. bahsetmek istediğim kişiyse 5 numaralı formasıyla ''michaaeel fink'' .

Fink'i çoğu türk izleyici şuan hatırlamasa da ilk olarak  ''hem gol hem penaltı'' pozisyonun baş kahramanı olarak tanıdı. frankfurt'ta oynarken kadıköy'de semih'in şutunu çizgiden eliyle çıkaran michael fink'ti. akabinde bundan mıdır bilinmez ama fink ismini şahan'ın 10 maçta 107 gol yiyen takım skeçinde duyduk. '' at finke at finke''.

Fink, 2009-2010 sezonu öncesi bonservisi elinde bir şekilde beşiktaşla anlaştı. o sezonun ilk resmi maçı olan olimpiyat stadındaki fenerbahçe maçından önce taraftar onu ''oooooo fink!, fenerin anasınıııııı sik!'' diye tribünlere çağırmıştı.

Sezonda inişli çıkışlı performans sergilese de göze çarpan en önemli özelliği alman olmanın verdiği disiplin ve teknik açığını mücadelesiyle kapatan bence her takımda olması gereken işçi bir ortasaha olmasıydı. o sezon 4'ü kupa 4'ü avrupa olmak üzere 38 maça çıktı.

Bu ilk sezonun ardından hoca değişikliğinden sonra fink kadroda düşünülmeyen adam oldu. tamam dedik olabilir. geçen sezonun ilk yarısında ha gitti ha gidiyor derken yabancı sınırlaması dolayısıyla ilk önce sezon öncesinde sözleşmesi donduruldu. bu arada gidicek dediler bir de baktık sezon başladığında kadrodaydı. yanlış hatırlamıyorsam bir tek geçen senenin ilk yarısında bir kupa maçında oynadı,gol attı ve bir de bursa maçının son dakikaları eli sargılı bir şekilde oyuna girdi. devre arası yine gitti gidecek derken mönşıngladbah'a kiralandı. sezon bitti yine beşiktaşın yolunu tuttu.

Bu sezonki sezon öncesi döneminde yine gitti gidiyor denildi ama şike soruşturmasının hararetinden yine unutuldu gitti. yurtdışı kamplarının kadrosuna dahil edilmedi. ve okuduğum bir haberin gereksiz haber dolu gözüksün diye yazılan cümlelerinin biri fink'in hala a2 takımıyla antreman yaptığından bahsediyordu.. hem de her zaman piyasasının olduğu kendi ligi olan bundes liga'nın başladığı hafta.

Şimdi kobe braynt transferi için amerika'da olan sayın başkanımız yıldırım demirören,

Bu nedir? bir sporcunun spor hayatını bu kadar rahat harcayabilmek nedir, hiç bir negatifliği olmayan aksine disiplinli, işini ciddiye alan bir sporcuya, sadece kadroda düşünmediğin için bu kadar eziyet çektirmek nedir amına koyayım? bu kadar mı zordur bir sporcuna klüp bulmak? bu kadar mı zordur oyuncunla oturup konuşmak? bu mu ismini dünyaya duyuran beşiktaş? bu mu büyüyen beşiktaş? bu mu her şeyden önce bir duruşu olan beşiktaş?


Ama ben eminim ki ilerde her ne yaparlarsa yapsınlar, fink'i ve diğer sporcuları mağdur bırakanları bu pervasızlıklarıyla, diğer sporcuları da üzerlerinde taşıdıkları beşiktaş armalarılya hatırlayacağım. fink'i ise fener'e attığı o muazzam golden sonra iki elinin birisini öne, birisini arkaya kırıp geniş adımlarla tribünlere doğru koşuşuyla hatırlayacağım!


oooooooo fink! fenerin anasınıııı sik!

4 Ağustos 2011 Perşembe

A Milli Takım Kadrosu

23 kişilik estonya maçı kadrosu açıklanmıştır. kadroda fenerbahçe'den 7, galatasaray'dan 8 oyuncu bulunmaktadır.

1- volkan demirel (fenerbahçe)
2- sinan bolat (standard liege)
3- fehmi mert günok (fenerbahçe)
4- gökhan gönül (fenerbahçe)
5-sabri sarıoğlu (galatasaray a.ş.)
6- serdar kesimal (fenerbahçe)
7- gökhan zan (galatasaray a.ş.)
8- servet çetin (galatasaray a.ş.)
9- hakan kadir balta (galatasaray a.ş.)
10- çağlar birinci (galatasaray a.ş.)
11- ismail köybaşı (beşiktaş a.ş.)
12- mehmet ekici (werder bremen)
13- tunay torun (hertha bsc)
14- selçuk inan (galatasaray a.ş.)
15- mehmet topal (valencıa c.f.)
16- emre belözoğlu (fenerbahçe)
17- selçuk şahin (fenerbahçe)
18- arda turan (galatasaray a.ş.)
19- gökhan töre (hamburger sv)
20- burak yılmaz (trabzonspor a.ş.)
21- kazım kazım (galatasaray a.ş.)
22- semih şentürk (fenerbahçe)
23- cenk tosun (gaziantepspor)

 Fehmi mert günok'u neye dayanarak seçtiler anlamak imkansız, fenerbahçe de kaç maçta izledilerde çağırdılar merak konusu... Hala milli takımda  gökhan zan'ı, sabri'yi görebilmemizde ayrı bir ilginçlik olmuş bu ikisinin yerini doldurabilecek süper ligde o kadar çok oyuncu var ki...

Hasan ali Kaldırım, Olcan Adın, Necip Uysal, Serdar Aziz, Cenk Gönen ve daha niceleri...

 O formanın hakkını verebilecek canla başla mücadelesini edebilecek o kadar isim varken copy + paste yapar gibi hep aynı adamların çağrılmasında ki mentalite nedir acaba ?

Hele ki oğuz çetin gibi bir futbol profesörünün (!) necip uysal varken selçuk şahini kadroya dahil etmesinin mantık adı altında hiçbir açıklaması yok...

Birileri oğuz çetine türk futbolunda beşiktaş, kayserispor, gaziantepsor gibi takımlarda şu uydurma kadroya çağırılan uyduruk futbolculardan kat kat daha yetenekli ve en önemlisi  bu formayı hakeden isimler olduğunu söylemeli.

At gözlüğüyle yöneten insanlarla milli takım forması  sonunda sıradan bir forma haline gelmek üzere... Yazık o forma için can atan o kadar futbolcuya, onların emeklerine, ve bu emekleri harcayanları türk futbolunun başına getirenlere!

Fon

"profesyonel futbolcularımız necip uysal, atınç nukan ve muhammed demirci'nin ekonomik haklarının belli bir kısmının değerlendirilmesi ile ilgili olarak fon (quality football ireland lımıted) ile görüşmelere başlanmıştır."

Şeklinde bir açıklama girilmiş dün kap'a... Haber sitelerine göz attım ve  gerek yorumlarda gerek  köşe yazılarında olsun güntekin onay dahi güzel bir bakış açısı geliştirememiş ne yazık ki.. Yine medyada bir veryansın gidiyor. Anlaşmanın detaylarını tabiki an itibariyle bilemeyiz fakat almeida benzeri bir şey olacağı belli gelen gelirin %50 paylaşılması niteliğinde.

Açık konuşuyorum beşiktaşın bu sene attığı en doğru adım olur... Hatta bir adım daha ileri götürmek gerekirse, yurtdışında ki türk oyuncu piyasasını alt üst eder. Şu an'a kadar kaç kere genç yıldız adayları söndü gitti, bu filmi kaç kere izledik daha önce sayısı belli değil...

Şu an çoğu kişi tarafından kabul görür ki; en çok piyasası olması gereken türk oyuncu arda turan. Fakat  peşinde avrupanın devleri koşmuyor veya 15-20 mil  € civarında meblağlar ile galatasaray'ın kapısı çalınmıyor ve bu oyuncuların daha arda seviyesine gelip gelemeyecekleri de belli değil..

 Bir beklentiyle muhammed'i elimizde tutalım, ilerde 45 mil € 'ya satarız kumarı açıkçası muhammedin bu fona devredilme kumarından kat kat daha fazla risk barındırıyor. Ortam türkiye de genç oyuncunun gelişmesine hiç müsait değil zaten.

Jorge Mendes özellikle ispanya olmak üzere portekiz, italya ve ingiltere de bir çok kulüple çalışan bir menajer. Bizim gençlerin bu adamın elinde olmuş olmaları onlar için çok büyük bir şans. Avrupanın dikkatini çekmek için beşiktaşın şampiyonlar ligini kazanmasını beklemek, maçta forma şansı bulmak, olağanüstü bir performans ortaya koymak gerek ki; scout ekipleri seni farketsin ve kulüpler gelsin senin kapını çalsın.

Ama bu oyuncular Jorge Mendes'in menajerlik şirketine bağlı oldukları sürece hani şu liverpoolda, chelsea de, porto da gördüğümüz adını kimsenin bilmediği 15-20 mil € 'ya transfer olan gençler arasına girme ihtmalleri çok ama çok yükselir.

Bu oyuncuların biryerlere gelmesini bekleyipte öyle piyasasını oluşturmaya çalışmak spor toto süper ligde oynuyorsanız çok zor.

 Modric ve Dzeko gibi çok erken yaşta keşfedilip oraya gitme fırsatıdır bu fon. Yoksa spor toto süper lig tarihinden yurtdışına çıkıp başarılı olabilmiş bir elin parmaklarını geçmeyen oyunculardan biri olabilme ihtimalleri yüzleri pek güldürmese gerek...