22 Şubat 2012 Çarşamba

Earthlings

Haneke filmleri bünyede nasıl bir etki bırakıyorsa, eartlings de tıpkı Haneke'nin elinden çıkmış gibi. Bu enfes belgesel, kesinlikle herkesi rahatsız edecek cinsten. Yaptığı tek şey ise gerçekleri göstermek...

Earthling 5 bölüm şeklinde sunuluyor.
1. Evcil hayvanlar
2. Yemek
3. Giyim
4. Eğlence
5. Bilimsel Araştırma

Birinci bölümde bize karşı sadık olan canlılara karşı tutumumuz irdeleniyor. Köpek, kedi gibi hayvanların barınaklarda ne gibi eziyetler çektiklerini, onlara ne kadar acımasız davranıldığı anlatılıyor ve gözler önüne seriliyor. Bu bölümde Türkiye'den de bir köpek cinayeti gösteriliyor ve tüyler ister istemez ürperiyor.

Henüz ilk bölümün şokunu atlatamamışken, en uzun ve en vurucu bölüm başlıyor. Bilumum fast-food ürünlerinin mutfağımıza gelene kadarki süreci, tüm detaylarıyla gösteriliyor. Üzerimize afiyet yediğimiz, beğendiğimiz şeylerin yapılışlarının aslında son derece usül dışı olduğu altı çizilerek kafalara sokuluyor. Deniyor ki: "Mezbahalarının duvarları camdan olsaydı, hayat çok daha farklı olurdu"

Üçüncü bölümde canlı canlı derileri soyulan hayvanlardan tutun, bir nesne gibi kullanılıp atılan hayvanlara kadar tüm tüy ürpertici detayları görmek mümkün.

Eğlence sektörü ise Yemek bölümü gibi en yaralayan bölümlerden biri. Sirklerde hayvanların o tuhaf hareketleri bir ödül için değil, eğer yapmazsa işkence göreceği için yaptığını gösteriyor. Hayvanların da duyguları olduğundan bihaber insanların, sırf diğer insanlar gülüp, eğlenebilsin diye onlara uyguladıkları eziyet defalarca gösteriliyor.

Son bölümde ise, insan hastalıkları için, vereceği sonucun hiçbir geçerli yüküm sağlamayacağı bilindiği halde hayvanlar üzerinde uygulanması, hatta bunun resmen bir sistem haline getirilmesi anlatılıyor. Bilim adı altında günde ölen hayvan sayısı dudak uçuklatacak rakamlara ulaşıyor.

Earthlings, bu dünyada yaşayan ve hala duyarlı kalabilmeyi başarabilmiş her insanın izlemesi gereken bir belgesel. Hatta şöyle diyeyim, eğer izlemediyseniz yapacağınız ilk iş bu belgeseli izlemek olmalı.


4 Şubat 2012 Cumartesi

Ohne Dich

Lise terk Almancamla bile, belki de beni en çok etkileyen parçadır; Ohne Dich.

Bir metal grubu olayın içine hüzün kattı mı tam katar, çünkü zaten metal müzik bir felsefe taşır ( tek amacı popülerlik olan ergen gruplarından bahsetmiyorum, onlar hariç tabii ki), ne tür olursa olsun metal müzik yapanların yaptığı hüzünlü parçalar, hedefini tabiri caizse 12'den vurur.

Pink floyd; Comfortably Numb ya da  Wish You Were Here'ı yaptığında olsun ya da Dream Theater; Images and Words albümünü çıkardığında ( özellikle Wait for Sleep) , ya da Dark Tranquillity; Auctioned'ı yaptığında, hüzünü bir araç olarak kullanmadılar, onlar bu şarkıları hüzünlü, duygulu olsun diye yapmadılar, onlar kendi düşüncelerindeki hüzünü, duygularını nota nota, söz söz şarkılarına işlediler.

Sonuç olarak dinleyicileri parçaların sözlerinde kendi tecrübelerini aradılar, şarkıyı benimsediler.

İngilizcemizin yettiği kadar ingilizce şarkıları anladık, hissettik de, sevdik bu parçaları, şu Almanca çok kaba, çok rererö dil deyip, Ohne Dich de duyguyu hissedince ise bu adamların müziğin evrenselliğinin kanıtlarından biri olduğunu düşündüm.

Verilmek istenen duygu, müziğin en temel öğelerinden biridir, duygunuzun üzerine müzik yaparsanız pek kişi tarafından kabul görmese de gerçek bir efsane olabilirsiniz, ancak popüler bir altyapının üzerine biraz duygulu söz yazayım derseniz, kendini her albümde tekrarlayan bir celebrity olursunuz.

2 Şubat 2012 Perşembe

Blue Velvet


Bu ilk film analiz yazım olacak. İzlemeyenler okumasın onlara hiçbir anlam ifade etmeyecek çünkü. Blue Velvet, David Lynch’in 1986’da çektiği film falan filan. Yönetmenden bahsetmek lazım filmden önce. David Lynch, çektiği tüm filmleri her zaman çok tartışılmıştır. Kendinin bile anlamadığı filmler çeker. Mulholland Drive filmini çektikten sonra ona yöneltilen bu filmde ne anlatmak istediniz sorusuna ; “Ben bu filmi siz anlamayın diye çektim.” diye demeç veren bir yönetmen. Sinema üzerinde yaptığı deneylerle, 90’ların öncüsü olmuştur. Emir Kusturica gibi halktan gelen ince detaycı bir yönetmen değil, ya da Martin Scorsese gibi Hollywood vari de. Onu farklı kılan daha çok yarattığı karakterler bence. Filmde yarattığı Frank karakteri gibi. Dendiği gibi sinema tarihinin en çok küfreden adamı olabilir, ama ben daha önce böyle bir psikopat karaktere hiçbir filmde rastlamadım. Annesine duyduğu öfke seks hayatını kadınların köleliği mevzusuna çevirmiş gibi. Bence Frank’in annesi 1 dolarlık kerhanede (Moonstar sözlükten eş anlamlarına bakınca birleşme evi diye çıkıyor neyse) fahişeymiş o zaman kanısına varıyorsun. Ya da öteki insanlara duyduğu nefrete ne demeli? Mavi kadife adını film zaten Frank’ten almış. Kullandığı mavi kadifeye herkes kafasına göre bir anlam yükleyebilir. Bana sorarsanız, annesinin giydiği gecelik derim. Tıpkı Dorothy gibi. Frank’in sadomaşist tavırları onu da bu hale getirmiş diyebilirim. Zaten Lynch’in yaptığı karakterlerin çoğu derin psikolojik etkiler taşıyor. Dorothy, kızı ve kocası kaçırılan Frank’in adeta kölesi olmuş savunmasız biri. Jeffrey’e gelirsek, ne diyelim polisiye bir filmin baş rol oyuncusu tabiki onun gibi meraklı olmalıydı zaten. Ama Dorothy’nin savunmasızlığına kullanması sanki biraz erkeklerin seks açığını yansıtıyor. Filme karakter çerçevesi dışında geniş çerçeveden bakarsak, normal bir polisiye bir film içinde psikolojik etkileri sonuna kadar verilmiş bir portre çıkıyor en sonunda karşımıza. Mükemmel müziklerle desteklenmiş olduğu da aşikar. Kullandığı yerler müziğin anlamıyla bazı yerlerde birleşse de, başlarken ‘Blue Velvet’ şarkısıyla beraber su akan bahçe hortumu, köpek ve can çekişen adam, aha işte David Lynch dedirtiyor. İzlemenizi tavsiye ederim, sonra gelin Frank’i bana bir daha anlatın. İyi çıldırın.