30 Kasım 2011 Çarşamba

Eşitsizlik Üzerine

İnsan düşünmeye başladığı andan itibaren bencildir, bencil olmadığı zamanlar da vardır herhalde. Düşüncesiz bir insandır Ragıp dediğimizde dahi aslında Ragıp düşünüyordur ancak seni değil kendini düşünüyordur. İlk ne zaman düşünmüşüzdür? Cevap tabi, "başımız derde girince". O zamandan bu yana da hemen hemen bu şekilde devam etmiştir.

  Ben de eşitsizlik üstüne düşünürüm uzun zamandır.Bir arkadaşımla birlikte maç izlerken gözümüz simit satan abiye takılmıştı; herkes eğlenirken o akşamleyin elindeki simitleri satmayı düşünüyordu. Herkesin eğlendiği o alan onun için bir pazardı. Çocuk yaştaydık bunları düşünürken. Yıllardır zıtlaşan iki kutup arasında gün geçtikçe uçurum daha da büyüdü. Arada kalanlar da oldu tabii. Bir taraftan simit satanlar kafalarının üstünden tezgahlarını indirdi, diğer taraftan simit sarayları açıldı. Büyüklerimiz der ya, eskiden şu vardı bu vardı, ne güzeldi artık yok! Her şey tek tipleşiyor, belki biz farklı olmayı özlüyoruz.

 Aslında bu yazıyı yazmak sınav sonucum açıklandıktan sonra aklıma geldi. Keşke bir cihaz bulunsa beynimize ulaşılsa ve öğrenilenler bu şekilde kontrol edilse tarafsız bir komisyon tarafından(ne kadar tarafsız olursa artık). Hem böylece demokrasi dersi veren hocaların kendi "partici" görüşlerini öğrencilerine empoze etmesi ve sınav kağıdında bunları istemesi de biterdi belki.

Nefret

Nefret; acıyla beslenen sefil bir duygudur. Masum doğarız safızdır, temizizdir. Ondan sonra nefret başlar. Her şeye karşı; okula, hayata, aşka, insalara, sandalyeye ya da masaya. Varolmanın verdiği nefret, varolan varlıklarla ve varolduğuna inandığımız “duygu” denilen sefil içgüdülerle zamanın hayasızca akışıyla beraber içimizde büyür. Bunu tutmak herkes için zordur ve de bu soyut kavramı -bu sefil duyguyu- somutlaştırmak isteriz. Ben yazıya döküyorsam, diğeri insan öldürüyor. Bir başkası kafayı çekerek, tümüne küfür ediyor. Zaman geçtikçe insanlar olgunlaşmıyor hayır, daha çok beğenmiyor. Daha çok dertle uğraşıyor, daha çok acı çekiyor. Nefretle doluyor, nefret.

29 Kasım 2011 Salı

Her Şey Biter

Bitmeyen çakmak, bitmeyen sigara istiyorum artık. Ama maalesef her şeyin bir sonu var bu yaşadığımız evrende. Gerçek ya da gerçekdışı farketmiyor, sonunda hepsi sen farketmeden de olsa bitiyor işte. Bir paket sigara aldım bakkaldan bu sabah, şimdi içinde 7 tane kalmış, 5 saate bitecek. Sabah yenisini alacağım, öteki sabah gene ve gene yeni bir tanesini alacağım. Çünkü bitiyor eninde sonunda. Bir hamburger alırsın, 5 dakikalık ömrü vardır yersin biter, pizza söylersin yarım saat beklersin diye 10 dakikada yersin biter, yanında kolası vardır o da sabahı çıkaramaz kesinlikle. Bir tişörtün vardır çok seversin ama hayatın boyunca giyemezsin hiçbir zaman, aynısını alsan da eskisinin yerini tutmaz. Onu o kadar sevmemizin nedeni belki de güzelliği değildir, bizimle paylaştığı güzel vakitleri seversin, o tişörtün maneviyatını seversin ama ne olur? Bir gün çöpü boylar ya da gardolabın arka köşesini. Ne telefonlar kullanmışızdır bir zamanlar, şimdi iphonelar var, yarın neler olacak kim bilir...

Bugün çok mutlusun bakıyorum? Her geçen zamanın insan ruhuna bir etkisi vardır, şu an mutlusun, ona zamanla alışırsın ve o; seni o anki kadar mutlu eden bir şey olmaktan çıkar. Ve başka şeyler seni mutlu etmeye başlar. Aşık mısın? Zaman geçer, insan değişir, kişilik değişir, arkadaşlar değişir, çevre değişir, yaşam değişir ve en sonunda aşk değişir. Bir süre sonra ona aşık değilsindir. Çok mu üzüldün? Emin ol o da biter. Çünkü her şey biter.

Durmaya Çalışıyor Zaman Vol 2




Mükemmel bir müzik zevkine sahipti. Evet, bunu bir yerlerden almıştı sahip
olmak bu demekti karşılığında kim bilir neler vermişti. Sabrını aşkını
duyduğu öğütleri zararına satmış ancak bütün parasını liseli bir kızla yedikten
sonra ancak melankolik şarkıları alabileceğini fark etmişti. Yine de karşısına
müthiş bir fırsat çıkmış ve tanıdığı bir çocuk sayesinde-Derin- çok ucuza,
biraz da borçlanarak çok iyi bir müzik zevkine sahip olabildi.
Zaman içerisinde bu zevki kullanma becerisini çok geliştirmişti. Artık dinlediği bütün şarkıların hislerini ruhuna akıtmıştı ki şarkılarının hangi duygu durumundan hangisine geçireceğini çok iyi tahmin edip ona göre çalma listeleri hazırlıyordu.
Hiçbir zaman yanılmadığı bu listeler, hiçbir insanın önemsemediği önemsese
bile asla anlayamayacağı duygu yığınlarıydı. Bir albatrosun kanadıydı bu oda
kadar, üst üste duran kitaplar uçurtma cinleri kadar… Mesele zaten bir insanın
önemsemesi değildi, mesele zaten hiçbir zaman bir insanla ilgili olmazdı:
mesele buydu. Bunu aşamadığı için-ya da aşmak istemediği ve bu şekilde kendine
daha rahat bir şekilde acımak istediğinden- ikili ilişkilerinde hiç başarılı
olamadı. Hiçbir konuşmadan mutlu olmuyor ve ona öyle geliyordu ki sanki havada
akıp giden sözcükleri tutup konuşmasına çekiyordu. Seçtiği sözcükler tamamıyla
rastgele belirleniyordu. Şans işi; oldum olası kazıyamadığı kazı kazanlar da
bile kimseye bir şey çıkmadığını bildiğinden yahut çıkan kimseyi tanımadığından
şans oyunlarına inancını yitirmişti. Birkaç kere denediği sayısal lotonun bu görüşe
olan katkısı da yadsınamaz. (Polis tutanaklarında aynen bu cümle geçiyordu). Bu
sebeple konuşurken işi şansa kalıyordu, bundan şiddetle nefret ediyor bu
hususta elinden gelen herkesi susturmaya niyetleniyordu. Kendisi de biliyordu
niyetli olmak yetmeyecekti. Hiçbir işin yarısı başlamak falan değildi. Başlamak
o işi daha fazla uzatan bir şeydi. Yoksa bu güne kadar sayısız işe girişmişti
hiçbirinde yarıya kadar geldiğini hatırlamıyordu. Başlamak 100 se 120 yapmaktı,
çocuksa bebek yapmaktı bir insanı, başlamak nefret edilesi bir olaydı neyse ki
çabucak olup bitiyordu.
Zamanı ellememek gerekti oysa. Birkaç kez denemişti. Zamanla oynamıştı.Sonunda bir gün geldi ve 36 saat uyumak zorunda kaldı. Bir çeşit ev hapsiydi onun için. Suçunun cezasını böyle çekmişti. Ne kadar büyük bir kalpazan da olsa kendisi, bir işe başlamadan yapamayacağımızı yüzümüze çarpsa bile zamanla oynanmamalıydı.

Konuşmak konusunda hissettiği ve farkında olmadan asıl sebep saydığı sorun her zaman söylenecek sözlerin kalması ve bunların içinden bir kaçının seçilip gerisinin çürük üzümler gibi hiç yüzüne bakılmadan unutulmasıydı. İnsanlar doğru sözcükleri seçtiğinden nasıl bu kadar emin olabiliyordu. Bu imkansızdı. Kendisi bile – insanları yargılayabildiğine göre onlardan küçük veya büyük bir farkla üstün olduğunu düşündü- hiçbir zaman emin olamamışken doğru sözcükleri seçme konusunda, insanların bunları hiç düşünmeden konuşması ve sonrasında sanki yanlış hiçbir şey yaşanmamış her şey yolundaymış gibi davranmaları Faruk’u konuşma konusunda içinden çıkamadığı duygulara kapılmasına yol açıyordu. Ancak mecbur kaldığı ve derdini anlatmak ihtiyacı duyduğu anlarda her ne kadar yadırgayıp yeni yürüyen ceylanlar gibi sözcük boşluklarına takılıp düşse de hal hatır sormak için ko-nu-şu-yor-du.

Demir kapıyı arkasında bıraktığında Faruk, Derin le buluşacağı akşamı
düşünüyordu. Derinin babası geçen hafta ölmüştü. Aile dostları Derin e destek olmak için biricik sevimli oğulları Faruk’u Derin i ortamından uzaklaştırmak biraz olsun babasının acısını unutturmak için yolluyorlardı. Oysa Faruk tam tersini acısını unutturamayacağını aptal saptal sözlerle Derini daha çok üzeceğini düşünüyordu. Ne vardı bıraksalardı da evde oturup bilgisayar oynasaydı, belki herkes kendi acısını yaşamalıydı. Tecrübeyle sabit olamazdı ya her şey. Buna aklı ikna olsa yüreği sızlardı. Bu yüzden eveden çıkmayı kabul etti.

Bir gün kendi babasının da öleceğini düşündü. ‘Her şey ne kadar senaryo ve ne kadar yaşanmamıştı’ kendi başına gelince de bu kadar dışarıdan bakabilecek miydi olaylara?


28 Kasım 2011 Pazartesi

Adını Ergen Koydum

"On dört yaş... Tek ayakları daima kırık olduğu için sallanmaktan kurtulamayan kürsülere sahip psikiyatri anabilim dalının, adını ergenlik koyduğu bir insanlık dönemi. Sonra da o kürsülerin ardından, düzensiz aralıklı öfke krizleri, çiğ tepkiler, aşırı davranışlar olarak belirtileri sıralanan bir insanlık hali. Kendini ve çevresini tanımaya başlama, topluma uyuma zorluk çekme benzeri başlıklarla dolu kitapların sözünü ettiği ergenlik.

İnsan doğar, on- on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir. Avazı çıktığı kadar bağırarak. Bu çığlık, bir kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer. Önce, aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp, içlerinden birini, bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. O da gidip "Biz de çaldırdık cüzdanı, ne var? Senin gibi kıçımızı yırtıyo muyuz?" der. Böylesi bilimsel bir müdahale için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna, büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı. Yapay bir haldir. Tasarlanmıştır. İşlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlenmiştir. Yetişkin uysallığının temeli toplumun varlığının sürdürülebilmesi için, toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. Ve en önemlisi yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülüdür. Yaş ağacın eğilip kendi köküne oral seks yapmasından ibarettir. Oysa ondört yaşındaki bir çocuğun, ergen öfkesi olarak nitelendirilerek küçük görülen aşırı davranışları, doğal olandır. Gözlerindeki doğum çapakları dökülmüş ve dünya üzerindeki dönen bütün dolapların sırtına yüklenmiş olduğunu anlamıştır. Kendini odasına kitleyip dışarıyı dışarıya hapsetmeye çalışır. Ya da bütün kapıları ve duvarları avazı çıktığı kadar bağırarak yıkmaya. Tepkileri insanın ateş saçan bir ejderhayla karşılaşınca vereceği türdendir. Dolayısıyla bu tepkinin, hayatta kalındığı sürece, yani ejderha yok olup gitmediği sürece devam etmesi gerekir. Ancak tabii ki, böylesi bir hayat boyu ergenler güruhu toplum yapısını sikip atacağından, yetişkin uysallığına geçiş, insanlığın bir gereği olarak algılanır. Toplumsal bir farz. Ama bazılarının kafası kalındır ve onlar son nefeslerine kadar bağırmaya devam eder.Çünkü hayat aşırı bir süreçtir, çünkü dünya aşırı bir yerdir ve ikisininde hakkettiği, suratlarının ortasına inen aşırı şiddetli yumruklardır. Bu yüzden ergen isyanı, bir insanı öldürmek için onu altmış kez bıçaklamaktır. Çünkü gözlerini dünyaya ancak ondört yaşında açabilen biri, her insan ağzı tüten en az altmış ejderha tarafından kuşatıldığını anlayandır. Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir.

...

Ne zaman ki hayat ve dünya uysallaşır, o zaman ergenlerden sakin olmaları beklenebilir. Ama daha önce değil.
...

Eğer bu dünyada bir yerlerde, insanlar çocukları bombalıyorsa, bunu bilmeye gerek yoktur. O dünya zaten yanmış çocuk eti kokar. Eğer bir yerlerde, başka çocuklar açlıktan geberip gidiyorsa, bunu da bilmeye gerek yoktur. O dünyanın zaten açlıktan nefesi kokar. Ve çocukların burunları bu kokuları alır, ergen öfkesi olarak geri verir. Ta ki burunları yetişkin uysallığıyla tıkanana kadar.

...

Önce çocuklar ebeveynlerine sonra ebeveynler onlara, önce geçmiş geleceğe sonra gelecek geçmişe, önce doğa insana sonra insan... Sırayla.. Birbirlerine.. Acı ve zevk verip... Sonsuza kadar... Mutlu... Dolce vita, amına koyayım."
H.Günday


Tanıdığım en biçimsiz ergenlerden tezek'e...

Kanar Bölük Olan Oluk Oluk

Seviyoruz ki lanet olsun...
Sevmek ne berbat bir duygu birinin varlığıyla mutlu oluyorsun, yokluğunu düşünmek bile kabus. Geceleyin fırlıyorsun yataktan, onu görmek için tatlı sabah uykusundan kulağında onun sesi çınlayarak uyanıyorsun.
Elalemin kaprislerini çekmek yeri geldiğinde kendinden fedakarlık yapmak gerekiyor ve bundan zevk almak ya da öyle olduğunu sanmak ya da sadece alışkanlık.

O kadar muhtaç mı insan ilgiye, şefkate?

Öyleysek, ihyiyacımız olduğunu hissediyorsak birine, bu hayatın bir esiriyiz biz de.
Tek başına yaşayıp, tek başına ölen insanoğlunun bu dünyaya esirliğidir sevmek, aşık olmak. Ölmeyi düşünmese de her ne kadar, hissetmesidir belki taşıması gereken yükü paylaşabileceği bir yoldaş edinmeyi kendine. Kriz tutar belli aralıklarla kapitalizm misali. İlla ki birileri batar birileri çıkar. Ne kadar yanılırım bilmiyorum ama:

Başlar iç savaş kısır döngü içimizde çatışma, çelişme...

Bıraksalar Da Yürüsek

Hafifliktir kendinle kalmak, kimisi dayanamaz bu hafifliğin tadına.
Onlar için acıdır yalnızlık, acizliklerinin fısıldanışıdır kulaklarına. Daha önce hiç kalmamışlardır kendileriyle başbaşa. Kendi kendilerine konuşurlar, şarkı söylerler, korkarlar sessizlik denen arkadaştan.
Onlar dedim işte bizim dışımızda, sizin uzağınızda kalanlar.

Bunları düşündüğüm bir gece, kondu bir sinek gecenin kör karanlığında serçe parmağımın tırnağına. Koyuldu uzun bir yürüyüşe, kıllı kollarım onun için orman oldu, cildim karlı bir yoldu. Kolum ona dünya oldu, onun dünyasını durdurdum bir tokat yetti buna. Ağlayamadı, gülemedi... Kimse anlamadı, kendisiyle beraberdi.

24 Kasım 2011 Perşembe

Hobi



Hobi'yi tarif etmek gerektiğinde karşımıza çıkan sonuçlar bunlar; "insana yaşadığını hissettiren şeyler", "boş zamanların vazgeçilmez uğraşları", "günlük hayatın cilaları", "deşarj olmak için yapılan şeyler", "gönüllü meşguliyet".

Hakikaten hepsinde bir doğruluk payı var. Her insan kendi ilgi ve merakı çerçevesinde bir takım hobilere sahip olmalı. Kimi insan edebiyata ilgilidir kitap okur, kimisi fotoğrafa ilgilidir fotoğraf çeker vs. Bu işin sonu yok. Biri için "iş" kabul edilen bir şey, diğeri için de "hobi" olabilir, buna da şüphe yok.

Hobilerin, renkler ve zevkler gibi göreceli, kişiye ve onun ilgi duyduğu, yaparken zevk duyduğu şeyler olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak biz, bizden tamamiyle farklı bir ortamda, tamamen farklı şekilde yetişmiş başka bir insanın hobisine hangi hakla salakça diyebiliriz ki? Diyemeyiz değil mi? Dememeliyiz.

Fotoğrafta görüldüğü üzere adam ilgi duyduğu bir konuyu genişletmiş ve fotoğrafçılık eklemiş. Uğraş verdiği şeyden zevk aldığı belli. Ancak size bu fotoğrafın paylaşıldığı, adını vermeye gerek görmediğim bir facebook grubunda, fotoğraf ile alakalı birkaç yorumu sunacağım:

"Profesyonel işsiz."
"Bence bu adamın psikolojik sorunları var."
"Aklından sorunu var."
"Rahatsız bu rahatsız, kesin rahatsız."
"Mal bu herif, bu malzemelere o kadar para vermem."
"Akraba evliliği."
"Mal herifin verdiği paraya yazık."
"Rahatsızlık böyle bir şey..."

Hayatının büyük bir kısmını Facebook, Twitter gibi sitelerde geçiren bir kesim için bu yorumlar çok da çelişkili değil. Onlar bu... Ve bu şekilde düşünüyorlar. Onlar hep vardı, hala varlar ve hep olacaklar. Onlar oturdukları yerden, at gözlükleriyle herkesi değerlendirip, eleştirecekler. Tarih boyu varlardı, hep var olacaklar...

21 Kasım 2011 Pazartesi

Maskeli Balo

Maskeli Balo'dayız farkında değil misin? Yabancı sinemalardan hep özendiğimiz o maskeli baloları aslında her gün her saat yaşıyoruz. İnsanlar çeşitli maskeler altında gizlenerek adeta ne kadar mutlu olduklarını göstermeye çalışıyorlar bize. Mutlu, kibirli, sinemacı, tikky, politik maskelere bürünüyorlar, bazen kasıtlı, bazen de kasıtlı olmayarak. O taşıdıkları maskelerin anlamını bile bilmiyor bu insanlar, bazıları özenme duygularını bastırıyor, bazıları kendi zayıflıklarını bununla bastırıyorlar.

Yurtta, okulda, yemekhanede, sınıfta açık ara her yerdeler. O güzel kıyafetlerini geçiriyorlar üstlerine, parfümlerini sıkıyorlar, güzel ayakkabılarını giyiyorlar, öyle bir karaktere bürünüyorlar. Kimileri çok mutlu; kimbilir aslında içi kan ağlıyor belki de. Bunu maskeliyor belli belirsiz şekilde. Ülkücüyüm diye sosyal ortamlarda yeri göğü inletiyor, ama milliyetçilik uğruna bildiği hiç bir şey yok Sadece bölücülük yapıyorlar cahillikten. Kimi ortam çocuğu rolüne bürünüyor, popülerlikle övünüyor; ama sevgilisinden ayrılmış ve unutamamış, üzüntüsünü geçici olarak uyuşturuyor böylelikle. Kız ayarlamaya çalışan erkeklere ne demeli peki? Kendini o kadar farklı biri olarak gösteriyor ki insanlar, bunlar tabi su yüzünü çıktığı zaman ilişkiler uzun sürmüyor. Bunları yaparken insanlar, gerçek karakterlerinden uzaklaşıyorlar ve başka biri gibi davranmaya başlıyorlar. Peki sorun nerde? Bu güzel tiyaronun nedeni nedir?

Sorun tamamiyle o kişinin geçmişinde olduğunu söylemek yanlış olur. Ama eskiden kalma eziklikler yüzünden ya da eksik yanlarını hisseden insanların bunlarına üstüne gitmek yerini daha kolay bir yol seçip, bunların üstüne örtmeleri bütün sorun. Toplum olarak bir maskeli balodayız, umarım bunun farkına varırız.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Durmaya Çalışıyor Zaman Vol-1

Mortem

Durmaya çalışıyor zaman. Bütün anları birbirine bağlamış, sıkıca tutunmuş ayak diriyor , durmak için saatleri seçiyor, dolmuşlar gecikiyor, gidip söylemek zorundayım duraktakilere dolmuş gelmeyecek çünkü zaman durmaya çalışıyor.

Gidemiyorum, güçlü bir ağırık var üzerimde. Yarımyamalak oturduğum bu sandelyeden kalkamıyorum. Kaldırmalıyım kendimi zorla. duraktakilere, hastanedeki hastalara, sevgilisini bekleyen aşıklara gidip söylemeliyim, gelmeyecek kimse, sen gideceğin yere geç kalacaksın, sevdiğin kız : aklında kim bilir ne hayaller vardır ‘sen misin onu seven’ diye düşünmek için bile erkenken sen bir de kız sevmeye mi kalktın salağım, bedensizim, düşleri asılmışım, ölmüşüm ben Olric. Evet hastanede doktoru bekleyen benmişim meğerse, bacağımdan vurmuşlar beni: çıktığım o uzun yürüyüşlerde hani sen hatırlamazsın, onlarda işte vurdular beni. Bacağım acımıyor aslında, sen mi vuruldun olric. Kim kimdik, sen ben sıla bi de o kız mı vardı? Selin? Yok canım saçmalama hadi kalk pizza yemeye gidelim, iyice şaşırdın Olric. Kitap okutmayacağım daha fazla sana, böyle yalan yanlış kızları zaten hep sen sardın başıma! Her defasında da söz verdin yok olmayacak diye bu başkaymış yok efendim elleri minicikmiş kokusu devleri bile kendinden geçirirmiş. Ne yaptınız efendim ben öyle bir şey demedim. Dedin olric . demedim efendimiz, ben hiçbir şeyi unutmam bilirsiniz. Bilmez miyim olric. Ben hissettim mi o zaman bunları. Tanrı varsa kahretsin bizi. Söylene söylene ölelim olric. Kapalı çarşıya atsınlar cenazemizi sonra koşa koşa gidip balık ekmek yesinler, kokumuzdan kimse kepenk açamasın, çürüdükçe çürüyelim et balık kurumu gibi kaçak et olalım.

Hadi kalk pizza yemeye gidelim. Efendim Zaman? Ne olmuş zamana? Durmaya çalışıyordu ya, nasıl da unuttunuz hemencecik, aslında sizin de içiniz deli gibi yaşamak dolu efendimiz, çok seviniyorum bu halinize. Zevzek zevzek konuşma olric yerini bil, zamanı ben durdurdum ben açarım. Pizzacıyı ara eve getirsin kızdırdın beni çıkamam bir yere§
Sözlerdi söylenen ve en güzel beynin içinden, birisi dışarıya baktı dünyayı görür gibi oldu içi karardı Olric e kızdı. Canından can aldılar yerine koymamak üzere hiçbir şey. Düşünecek, zamanla daha çok düşünecek ve farkettiği an kalbi durcak gibi sanki fenalık. Babası öldü değil ki olmayacak şey.

18 Kasım 2011 Cuma

Çoğunluk



Çoğunluk, adından şiddetle anlaşıldığı üzere çoğunluğu anlatan güzide bir film. İnce ayrıntıların bu denli güzelce ve yalın bir şekilde aktarıldığı, çoğunluk karşısında, daha doğrusu çoğunluk tarafından çoğu zaman maruz kaldığımız durumları, asıl maksat ve ideaları üzerinde en ufak bir deformasyon yaşamadan izleyiciye aktaran başka bir türk filmi uzun zaman göremiyordum.

Kynodontas'ın neredeyse film boyu yarattığı kötü hissiyatı bu filmde de bulmak gayet tabii mümkün. "Ben ne dersem doğrudur" mantığındaki, oğlunu seven, ülkesini seven, evin reisi milliyetçi bir Baba... Yanında hayatını çevresindeki insanların -ki genelde bunlar eşi ve oğlu oluyor- güzel geçinmeleriyle sorumlu bir Anne... Ve çoğunluk içerisinde büyümüş, ne istediğini kendisi dahi bilmeyen bir oğul... Mertkan.



Mertkan'ın film boyunca en fazla sarf ettiği söz olan "Ne alakası var olm?", Mertkan'ın çevresindeki insanlar ve o insanların Mertkan'a bakış açıları, ondan beklentilerini büyük bir ölçüde anlatıyor olsa da, düzlemdeki bazı noktalar arasına bir çizgi çizerek doğruya dönüştürmekte fayda görüyorum:
-Mertkan, Kürt bir kızla(Gül) sevgili. Çevresindekiler, özellikle babası bu durumdan oldukça rahatsız. Sürekli baskı yapıyor.
-4 yıllık bir üniversite bölümü kazanamayan Mertkan, 2 yıllık bir bölümde okuyor. Okuyor ama okula gitmiyor. Ama okulu, okumayı seven biri de değil zaten. Gerçi neyi sevdiği de belli değil, en azından belli etmiyor.
-Yaşı geldiğinden çoğunluk tarafından, "Askerlik ne zaman?" sorusuna maruz kalıyor. "Okul bitsin de kısmetse askerliği de yaparız" diye geçiştiriyor.
-Kürt sevgilisini arkadaşları bilmiyor. "Abi 1 kere takıcan, sonra salıcan hatunu" laflarına karşılık sevgilisi hakkında "Ben de öyle yaptım zaten" diyor.

Çoğunluk her zaman galip geliyor. Mertkan hayattan soğuyor ve birçok sahnede de görüldüğü üzere sinirli bir  tavır sergiliyor, yeri geliyor ağlıyor, yeri geliyor çıldırıyor. Televizyonun çekmemesi gibi ufak aksaklıklar onu çileden çıkarmaya yetebiliyor.

Çeşitli noktalarda filmin havada kalan fikirleri var. Gül'ün okuyup okumadığı, gidişat açısından önem arz etse de izleyiciyle paylaşılmıyor. Çoğunluğun ayrımcılığı neredeyse film boyunca ön planda olsa da filmde de bir kısım ayrımcılık vuku buluyor. Gül karakteri ailesinden kaçarak okuyor, yeni tanıştığı bir erkeği evine çağırıp o gün birlikte oluyor, evlatlık olarak aldığı bir kızı dilendiriyor... Yönetmen de bu konular hakkında bir genelleme mi yapıyor? Yoksa sadece öyle gerektiği, öyle olduğu için mi böyle? Bu tip sorular havada kalıyor.
Yine de bu tip olumsuzluklar Çoğunluk filmini fazla lekeleyemiyor, izlenmesi gerekliliğinden bir şey kaybetmiyor.



15 Kasım 2011 Salı

Şartlanmak

Şu hayatta daha 20 yaşında olmama rağmen bazı şeylere şartlandığım ve yapamayacağıma kendimi inandırdığım için o konu üzerindeki tüm motivasyonumu kaybetmek suretiyle çok şeyler kaybettim.

İnsanlara bazı zamanlarda bazı şeyler çok zor gelir, önce kafamızda problemi bir labirentin sonuna koyarız ve o probleme önce kafamızda ulaşmaya çalışırız. Eğer mental olarak o probleme ulaşamazsak başarmayı veya en azından denemeyi bile düşünmeyiz.

Peki bizi böyle düşünmeye sevkeden şeyin olaya kendi mantığımızın çerçevesinde baktığımızdan resmin bütününü göremememiz olduğunu hiç düşünmüş müydünüz ?

Öncelikle belirteyim best-seller mantığına sonuna kadar karşıyım. Her ne kadar improbable adlı kitabı Türkiye'de facebook özlü sözlerine dönüşmeden önce okumuş olsam da ve her ne kadar kitapla uzaktan yakından alakasız insanların yanında süs köpeği gibi dolaştırdığı bir kitap olsa da günümüzde, bakış açım biraz değişse de, bu kitapta öyle bir pasaj var ki yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı özetler;

--spoiler--

"birden aklına çocukken sirke gidip filleri ilk gördüğü gün geldi. üç tane fil vardı ve bu altı tonluk canlıların kaçmaması için ayaklarına ince birer halat bağlamışlardı sadece. nava 'nın aklı karışmıştı. babasına neden hayvanları ipleri koparmadıklarını sorduğunu hatırlıyordu.

"bu koşullanma ile ilgili birşey." diye açıkladı babası. "filler daha bebekken kalın demir zincirlerle bağlanırlar. o ilk aylar boyunca da ne kadar çabalarsa çabalasınlar, bu zincirleri kıramadıklarını görürler.

"ama ipler zincirlerden daha ince." dedi nava. "filler ipleri koparabilir."

"evet. ama eğiticiler filler zincirleri koparamayacaklarını öğreninceye kadar ipleri kullanmazlar. bak nava, aslında o filleri orada tutan ipler değil, akıllarındaki koşullanma. işte bu yüzden bilgi önemlidir. eğer bir şey yapabileceğini düşünürsen, aslında mümkün olmasa bile yapabildiğini görürsün. eğer yapamayacağını düşünürsen, o zaman da çoğunlukla yapamazsın, çünkü yapmayı denemezsin bile."


--spoiler--



Sanırım bu pasajdan sonra yorum yapmayarak yazımı sonlandırıp, adam fawer'a saygı duruşunda bulunmalıyım.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Orhan Veli

Bugün (14 Kasım) Orhan Veli Kanık'ın aramızdan ayrılışının 61. yıl dönümü.


Orhan Veli, belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve kafası hafif yaralanır. Önemli bir şeyi yoktur, kalkar yoluna devam eder. Tam 2 gün sonra öğlen vakitlerinde yemek yerken fenalık geçirir ve hastaneye kaldırılır. Beyinde damar çatlaması yaşanmıştır, ancak doktorlar bunu anlayamaz. Alkol zehirlenmesi tedavisi uygularlar... Aynı gün akşam 20:00 saatlerinde komaya girer. 23:20 sularında ise Cerrahpaşa Hastanesi'nde vefat eder... Lisede edebiyat hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar onu son saatlerinde ziyaret etmiştir, ölümünün ardından şunları söyler:

"Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan'ı Cerrahpaşa Hastanesi'nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerin yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zeka, kendisi olmaktan çıkmıştı."

Orhan Veli, akla gelebilecek her şeyin şiire konu edinebileceğini savunur ve benim de çok saygı duyduğum bir şairdir. Birçok şiirini beğenirim... Ancak en sevdiğim şiiri, kısa, yalın ve eşsiz güzellikte olan Gülümsüyorum şiiridir.

Sokakta giderken, kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım anlarda
İnsanların beni deli zannedeceğini düşünüp
Gülümsüyorum...

13 Kasım 2011 Pazar

Türkiye'de İnsanlar Sevişmiyorlar

Evet gerçekten sevişmiyorlar. İnsanlar mutsuz, insanlar stresli, insanlar boşanıyorlar, çünkü Türkiye’de insanlar sevişmiyorlar. Bu gerçeği kimse konuşamıyor, konuşmuyorlar. Bu memlektimizin kültürel ve ahlaki yapısına ters geliyor belki de utanıyorlar kimbilir. ”Seks” dendiğinde herkes ağzını kapatıyor. Aslında her insanın yaptığı, doğanın kanunu olan bir olay. Kadının biri metrobüste yer kapmak için önüme atlıyor ve yerimi kapıyor, bana da hafiften bir sırıtış atıyor. Akşam yatağında bulamadığı mutluluğu, metrobüste yer kapıp küçük bir mutlulukla kendini tatmin ediyor. Ülkemizde orgazm olamayan o kadar çok kadın var ki, ama kimsenin bu konu üzerinde durduğu yok. Çünkü seks, çünkü mahrem, çünkü ayıp. Bu yüzden Türkiye’de insanlar sevişemiyorlar.
Erkek akşam fahişeye gidiyor, sonra eve gidip kıçını devirip yatıyor. Sonra neden kadınlar orgazm olamıyor? Neden acaba? Sonra bütün gün kadın çenesimi çekeceğim zırvaları atıyor erkekler, Türkiye’de insanlar sevişmezse çekeceksin arkadaş. Burda suç kadının mı erkeğin mi diye sormayın. Kadın da suçludur erkek de suçludur. Küçüklükte bu eğitimi almıyoruz 13 yaşında fahişelere gitmeye başlıyor erkekler, kızlar ise bakireliğimi koruyayım diye ‘seks’ lafını duyduğu gibi kaçıyor, bu yüzden Türkiye’de İnsanlar sevişmiyorlar.
Yaşlanınca da insanlar sevişemiyor. Gerçekten seviştiklerinde erkek evin direği, 70'ine gelince de kadın evin reisi kesiliyor bir anda. Çünkü Türkiye’de sevişemiyorlar insanlar. Eğitilmiyoruz, aksine bundan soğutuluyoruz toplum baskısıyla. Toplum bizi öyle bir şekile sokuyor ki, seks ayıp seks yasak. Daha sonra abazan diye nitelendirilen varlıklar türüyor toplumda. 20’sine gelmiş sadece fahişelere gitmiş ya da parası olmamış ona bile gidememiş. Zamanında çünkü onu seksten korkutmuş bu toplum, Türkiye’de sevişmeyen insan topluluğu. İnsan denilen yaratık, sevişmelidir. Çünkü seks ilişkiyi taşır, evliliği taşır. Hele bir de aşk ile yanyana geldiklerinde, ”mutlu” insanlar sıfatını tamamiyle yaratmış oluruz.

Aşk Üzerine

Fazla düşünmeye gerek yok aslında bunun üzerine. Gerçeklik vardır bir de gerçekdışılık. İşte bu gerçek dışı olan, benim bile yaşamadan anlayamadığım, hatta yaşarken bile anlayamadığım gerçekdışılık. Karşında ağlar biri acısını tanımlamaya çalışlır ya, sen de ona sanki yardım edecek gibi dinlersin anlamadan, o işte ordaki yalancı bendim. Dinledim anlamadım, duvara anlatsa farketmezdi. Zaman öle bir kavram ki yakalamaya çalışsan da olmaz, yakalayamazsın. Yakalanamayan zaman içerisinde göğüsümde içten gelen biri acı hissettim. Meğersem ben aşıkmışım, bu gerçekdışılığın içerisinde yok olmuşum farketmeden. Zamanında yanımda duran yoktu artık, geriye kalan bir kadeh, arkadaşlar ve derinden bir müzik vardı. O anda anlamıştım zamanında anlayamadığımı. Zaman geçmişti artık yakalayamamıştım, olmamıştı. Kendimi bırakmak bir çözüm müydü, yoksa daha sıkı tutunmak mı? İkisi de değil. Ne kadar sıkı tutunsan da bu göğüsündeki ağrı geçmeyecekti. İşte o gerçekdışılık çıkıverdi yine karşıma, yakalayamadığım zaman. İki aynı kutup yanyana duramazdı elbette ve bıraktım ikisini baş başa. İşte diğer gerçekdışılık; o da aşk.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Dert Anlatma

Yavaş yavaş hayat hakkında, insanlar hakkında, yaşayış hakkında düşünmeye başladım başlayalı hep insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmışımdır. Bu süreç çoğu zaman canımı sıksa da gençliğin ateşi ve bir şeyleri fark etmenin heyecanıyla bu işe hep devam ettim, ediyorum da. Neden insanlara bir şeyler anlatma gereği duyuyorum sorusuna dönem dönem bir biriyle hiçbir alakası olmayan cevaplar versem de şuan dahil bunun tam yanıtını kestiremiyorum. Fakat son zamanlarda bir şeyler anlatmaya çalıştığım insanların anlayışsızlığı ya da daha doğrusu anlamak istememeleri üstüne düşünüyorum. Saatlerce düşündüğüm şeylerden bahsederken bile onlarla ilgili fikirlerimi tamamen sona erdirememişken insanların bir kalemde bunları silmesi veyahut anlamak için en ufak bir çaba göstermemesi açıkçası beni kızdırıyor. Ama bu kızma hadisesinde yalnız olmadığımı biliyorum. Çünkü insanlar gaza geldiğinde ortaya hep onlara bir şeyler anlatmaya çalışan adamlar çıkar ve o insanlar itinayla o adamları dinlemezler hatta çoğu zaman da görüldüğü gibi hınçlarının bir bölümünü de bu adamlardan alırlar.

Az önce daha önce okuyup okumadığımı hatırlayamadığım bir sözü okudum:

"Günümüzde, dünyadaki temel sorun; aptalların kendilerinden son derece emin, akıllıların ise devamlı şüphe içinde olmalarıdır."


Bertrand Russell’ın söylediği bu sözü kendime çok yakın bulmuş olacağım ki hemen
 ekşi’ye Bertrand Russell yazdım ve ilk çıkan entry’den kendisinin varoluşçuluğun babalarından biri olduğunu öğrendim.

Ne diyelim ki, selam olsun varoluşçu beyler, ağalar!

8 Kasım 2011 Salı

Dark Tranquillity



99 Depreminden önce, 97 yahut 98 senesi olması lazım. Abim eve, arkadaşından ödünç aldığı The Gallery albümü ile geldi. Dark Tranquillity serüvenim o an başladı, halen devam etmekte. Biraz daha kassam "Ben 6 yaşımdan beri metal dinliyorum ulan" geyiğini gerçeğe dönüştürebilirdim, olmadı, olamadı.



Daha metal müzik ne demek, hatta müzik ne demek doğru dürüst bilmeden böylesine şükela bir grupla tanışmak kağıt üstünde harikulade gibi gözükse de yan etkileri olmadı değil. Ne oldu peki? Çıta yükseldi... Zor beğendim, zor sevdim, zor dinledim... "Metal müzik dinler misin?" sorularına "Hayır, Dark Tranquillity dinlerim" dedim. Benim için metal müzik Dark Tranquillity demekti çünkü. Eskisi kadar olmasa da hala bir parçam bu fikri destekliyor...


Adeta etrafında, komşu ülkeler tarafından kaliteli müzik kokusu duyulan ülke İsveç'ten çıkan bu enfes grubu 18 Mayıs 2011 akşamı dünya gözüyle izleme, dünya kulağıyla dinleme şerefine nail oldum, olabildim. Şu 3 günlük dünyadaki misyonumu kısmen tamamlamış gözüksem de, önümde gidilecek çok konser, dinlenecek çok şarkı olduğunu öngörebiliyorum. Ve son olarak mutluluk aşılayıcı olarak gördüğüm Mine is the Grandeur ile veda ediyorum. İsteyen devamı olan Of Melancholy Burning'i açıp dinleyebilir. C ya!


6 Kasım 2011 Pazar

Zor Değil

Gün geçmesin ki insanlardan soğumayalım. Son günlerin meşhur olayı N.Ç. davası; malum 13 yaşında bir kız ve 26 tane insan. Bu olaydaki iğrençlikten, uçkursuzluktan, utanmazlıktan, olay sonraki kararlardan, bu ensesi kalın 26 arkadaşın söyledikleri mide bulandırıcı laflardan daha fazla bahsetmeye gerek yok herhalde.  Benim bahsetmek istediğimse bu olayın bana hatırlattığı ve bu tarz olayların başrolündekilerin değil olayın dışında kalanların tutumları ve bence bu tutumların nasıl olması gerektiği.
Gazetelerin 3. Sayfasındaki haberler genelde kendi içlerinde benzerdir. Düzenli bir gazete okuyucusu 3. Sayfadaki haberlerin ilk iki üç cümlesini okuduktan sonra gerisini az çok tahmin edebilir. Bu haberlerin içeriği de cinayet, tecavüz, fuhuş, kavga derken uzayıp gider. Bu tarz haberlerde takıldığım noktalardan birisi fuhuş yapan kadınlardan bahsedilirken ki üsluptur. Bu sivri üslup aslında toplumdaki; hayat kadınlarına, cinsiyet tercihinden dolayı yadırganan insanlara bakışın, en somut kanıtıdır.

Sanmıyorum ki hiçbir kadın isteyerek fuhuş yapsın, isteyerek her gece başkasıyla birlikte olsun. Hele ki çalışmak için geldiği ülkede anlamadığı bir dili konuşan insanlar tarafından ülkesine bir daha hiç geri dönemeyeceğini bildiği halde pazarlanmak istesin. Veya cinsiyetini değiştiren bir insan minicik etekler giyip kafasındaki perukla kalabalığın o aşağılayıcı bakışları arasında sokaklarda gezmek istesin.

Bu noktada sadece soru sormak istiyorum. Toplumda yer edinememiş bir kadının karnının açlığından istifade edip o kadının vücuduna dokunduğunda onun hiçbir şey hissetmediğini bildiğin halde onunla ilişkiye girmek nedir? Tecavüz sadece sosyal statüsü toplumca üstte görülen veya toplumun içindeki savunmasız bir kişiye parasal karşılığı olmadan yapılan saldırı mıdır?

Bir diğer hadiseyse ülkemizde sıkça görülen küçük yaşta evlendirilme olayı.

13-14 yaşında bir kızın babası yaşında bir adamla, babası istediği için, abisi istediği için, kendisinin fikri bile alınmadan evlendirilmesi. Bu yine savunmasız bir insana istemediği bir şeyi yaptırmaktır. Daha anne sıcaklığını unutmadan koca yanında yatmak, daha doğrusu koca yanında yatırılmak, koca sıcaklığını hissetmek nedir? Daha kişiliğinin, karakterinin gelişmesini geçtim vücudu bile tam gelişmemişken o kız çocuğuyla birlikte olmak nedir?

Yakın zamandaki şehit olaylarında da gördüğümüz gibi ne yazık ki olumsuzluklara alıştığımız için tepki göstermek için olayın nicelik olarak daha büyük olmasını bekliyoruz.

Oysa orospu diyip geçtiğimiz insanlar için çok değil birazcık düşünebilsek, o insanları bir kere olsun anlamaya çalışsak, , kabullensek desek ki ne var ben de orospu olabilirdim, ben de bu kan emici yaratıkların eline düşüp pazarlanabilirdim, travesti diyip ilk görüşte şaşırıp insan değilmiş gibi baktığımız insanlara biraz saygı duyabilsek onları biraz kabullenmeye çalışsak, desek ki ben de DNA olarak farklı olabilirdim, ben de böyle olmak isteyebilirdim, küçücük kızların evlendirilmelerine biraz ses çıkartmaya başlasak desek ki ya benim de annem babam böyle olsaydı, ya ben de kendimi hiç tanımadığım kocaman bir adamın altında bulsaydım.

O kadar mı zor be?  Hea?

O kadar mı zor, toplumun bize sunduğu pişirilmiş sıfatları bir kenara bırakıp, onları, yani aslında bizim gibi olanları anlamak?

2 Kasım 2011 Çarşamba

Halloween

Malumunuz bu yazıyı Ekim ayının sonunda yazmayı planlıyordum ancak şehir dışında olduğumdan bu güne kısmet oldu. Halloween; nam-ı diğer Cadılar Bayramı efsaneye göre ölülerin dünyaya ayak bastığı, onları korkutmak adına insanların korkunç olmaya çalıştığı, bundan dolayı da değişik kıyafetler giyerek bunu hedeflediği bi bayram. 31 Ekim...



2 günlük rötarlı da olsa size izlemeniz gereken 10 korku/gerilim filmini, bendeki değerlerine göre, gayet subjektif bir şekilde sıralayacağım. Buyrun efenim:

1. The Shining
2. Psycho
3. [Rec]
4. Alien
5. Saw
6. The Birds
7. It
8. The Blair Witch Project
9. The Faculty
10. Cube

İyi seyirler.