24 Ocak 2012 Salı

Deliler arasında akıllı bir ölüyü oynamak.

Tesadüftür her şey. Ve tesadüfler yaşama dağılmış birer odacıklar. Yaşayarak tanışılan. Bir fahişe gibi belki ya da masumiyetin bir tanrıçası. Hakimiyet kuramadığım bir hayatın içinde hepsi. Nasıl bir hayatı yönetebilirdim ki? Bir suratın aslında birbirine hiç benzemeyen iki yanı gibi ters bir düşümken hesaplamalar. Bir kahraman değildim. En azından kendi hayatımın kahramanı olamazdım. Herkesin kendi masalında bir kurtarıcıya ihtiyacı vardı. Benimkisi kimdi? Ya da neredeydi?  Uyuşmak istediğimde beni uyuşturacak bir maddeye de hiç gereksinimim yoktu ayrıca. Salvador'un dediği gibi  " Uyuşturucu kullanmıyorum, ben kendim uyuşturucuyum."  kendi kendimin. Beynim en ağır dozu salgıladıkça bana... İnancımı sorsalar bir yerde taklalara geliyordu. Götün biri sanki merdivenlerden yuvarlıyordu onu. Yokluğunu kabullenmek istediklerimi fark ettiğim ansa önceden varlıklarına inandığım aklıma gelirdi. Tam bir deli işiydi sürekli yaşıyor olmak ya da aksine yaşamıyor yaşayan her şeyi izliyordum.
Ve sanırım ustaca bir işti deliler arasında akıllı bir ölüyü oynamak. 

...dışı inanılmaz bir güzelliğe sahip, içi kurtçuklarla dolu bir meyve gibi; can çekiciydi sadece.

Neydi bizi mutlu eden? Bizi biz yapan neydi? İnsanların doyumsuzluğumu yoksa hayatın içinde barındırdığı duyguların pozitif bir değer taşımaması mıydı? Kavuşulmuş bir mutluluk yoktu bu dünyada. Oda insanlar gibi büyür ve ölürdü. İnsanların kaygıları ve acizliğiyle beslenirdi. Çocuklukta saklı bir cennetti, kayıp bir cennet!

Önceleri yan bahçelere düşerdi aklım ve gönlüm. "İnsanların arasında es geçilmiş bir  insanım ben." derdim. Aptalların, ahmakların.. kötülerin.. bile dışa vuran bir parıltıları vardı. Soluktum mutluluğun yanında, hastalıklı bir ruhtan kaçar gibiydi mutluluk. Sonraları birileri "Buldum!" dedi. "Aradığımı buldum!" Büyümezdi kapana sıkışmış mutluluk, yaşlanır ve muhtaçlaşırdı. Onlardan öğrendim bunu. Acıları kabaran bir deniz gibiydi. Zehirlemişti sanki onları mutluluk. İçlerinde ölmüştü habersiz. Düşen aklımı ve gönlümü toparladım yan bahçelerden. Gözlerime çarpan yansımalar birer ilizyondu, evet! Dışı inanılmaz bir güzelliğe sahip, içi kurtçuklarla dolu bir meyve gibi; can çekiciydi sadece...

Eksik olan huzurdu insanlarda!
Eksik olan huzur ve gerçeklerdi!
Huzur, sessizliğin içindeydi. Huzur, güvenin içindeydi. Huzur, gerçeklerin içindeydi.
Ve huzur iyi hissetmekti.  İyi hissederek yaşamaktı!
Oysa mutluluk yaşanmıyordu. Mutlu olan insanlarda yoktu buralarda.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Anladığını Anlarız

Karşındakini anlamaya başladığımız zaman. İnsanlar vardır söze dökerler, bazı zamanlar vardır ki sadece bir hareket bile karşındakini anlamana ya da karşındakine anlatmana yardımcı olur. Sosyal ortamda bir çok örneğine rastlayabilirz; evet anlamında kafa sallama misali işte. Bazen bakışma dahi kafidir. İnsanı tanıdığın zaman hissedersin aslında sadece işin özü budur. Yine bahsettiğim gibi hisler giriyor devreye yani, gerçek dışılık. Kendi fikrimi sorarsanız ben kelimelere dökmeyi tercih edenlerdenim, açık ve net olmayı severim her konuda. Aşkta, nefrette, öfkede vs. Ancak bunlar insanlara çoğu zaman itici gelir, suratlarına tokat gibi indiği için gerçekler... Yalnız unutmayın “Dost acı söyler.”

Bir kız saçını boyatmıştır, kestirmiştir; farketmem, çoğu erkek farketmez. Ah bir de yalandan demezler mi çok güzel olmuş, çok çirkin olmasına rağmen. Yapıştır suratına “bu ne lan çok çirkin olmuş” diye, ama yok olmaz. Ya da sevgiden bahsetmek gerekirse, iki tarafta hoşlanır ama ilk söz neden erkeğindir Türk toplumunda? Flört kısmında iki tarafta bir duvar arkasından konuşur, insanların gördüğü, duvar onlar için sadece bir tüldür aslında. İki taraf da açmaz o tülü bir süre, sonra bir taraf açar ve.. ehem neyse gerisini biliyorsunuz işte. O tül var ya işte, onu hiç sevmiyorum, anladığını anlıyorum, anladığımı da anlıyorsun, peki, anladıklarımızı anlatmak için anlamadığım bir biçimde hala o tül orda? Tül mü çok kaliteli nedir anlamadım. Anlatmak istediğimi anladığınızı anladım merak etmeyin.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Le Scaphandre et Le Papillon

Le Scaphandre et Le Papillon, The Diving Bell and The Butterfly olarak da bilinen Amerika-Fransa ortak yapımı muazzam bir biyografi filmi...

Film, aynı isimdeki kitaptan uyarlanma. Kitabın yazarı Jean-Dominique Bauby. Kitabı nasıl mı yazmış? Gözüyle...

Dominique Bauby, 8 aralık 1995'te yaşadığı beyin kanaması sonucu komaya girer. 3 hafta sonunda uyandığında felç olduğunu öğrenir. "Locked-in Syndrome" adı verilen nadir görülen hastalığa yakalanmıştır, gözlerinin de birini kaybetmiştir. Hayatla tek bağlantısı sadece diğer gözüdür... 

Ardından umutlu olmanın, yaşamaktan çok daha değerli olduğunu anlar... 'Hayal gücü'nün sonsuzluğunu keşfeder, her zaman olmak istediği yerdedir hayal gücü sayesinde. Hiçbir yerini kıpırdatamasa bile beyni hala yerindedir ve yaşamaya programlanmış insan vücudu için bu fazlasıyla yeterlidir.

Jean-Do evet için bir kere, hayır için ise iki kere göz kırpar. İletişim kurmak için bile son derece zahmetli bir iş iken, o azimli biridir ve kafasındakileri kağıda geçirecek azimli bir yardımcı bulunmasıyla kitap işine girişir. 

Le Scaphandre et Le Papillon, fazlasıyla özgün bir film. Her anında farkedilecek bir "farklılık" var bu filmde ve 112 dakika boyunca böyle sürmekte... Film hiç güvenmediğim Oscar Ödülleri'nde 4 daldan da eli boş dönerken,  canımız ciğerimiz Cannes Film Festivali'nden ise 2 ödülle ayrılmış. Sayısız ödüle sahip bu eşsiz film, enfes bir hikayenin beyazperdeye doğru bir şekilde yansıtıldığında ne denli güzel işler çıkabileceğinin çok net bir kanıtıdır nezdimde. İzleyin, izlettirin...

3 Ocak 2012 Salı

Sevgili Psikolojisi

Her şey güzel bir flört ile başlar her zaman. Belki de her şeyin en güzel olduğu zamanlardır bunlar ,hatta evet en güzel olduğu vakitler. Karşındakini daha iyi tanırsın zamanla, ama bu psikoloji o kadar karmaşıktır ki, şeytana pabucunu ters giydirmek gerek bazen. Herkesin toplum içerisinde kurduğu bir düzen vardır kendisi içinde, bu düzeni bozmaya değer mi? Bilmiyorum. Belki de yapılan en büyük hata budur. Kendi merkezine kendinden başka birini koymak. Unutmamalı insan 2 değerli şey olduğunu; arkadaşları ve kendi. Bir de bir söz vardır; Sevgilin aynı zamanda en iyi arkadaşındır. Her şey cinsellik her şey seks değil bazen. Güzel spor olduğu konusunda hem fikir olabiliriz evet, ama bu bir yere kadar gider. Uzun ilişki seni her şeyden koparabilir, arkadaşlarınla aranı bozabilir, kendini geliştirmene bile engel olur. Ayrılınca bakarsın geride bir bok yok, o yüzden sevgili dediğin ayrı bir şey olmalı, her zaman yanında olup kısıtlamamalı, her şeye salça olmamalı, arkadaşlarınla kaynaşmalı, aslında arkadaş ve cinselliğin bir bileşimidir sevgili psikolojisi. Unutmadan, aşk bulaşıcı bir hastalıktır; mutlulukla kandırır, acı çektirerek yaşatır.