22 Mayıs 2012 Salı

Kadınlar ve Futbol

Kadınlar ve futbol arasındaki ilişki üzerine binlerce şey yazılabilir konuşulabilir. Bunlar ön yargılardan başlar , ofsayta selam çakar, her zamanki gibi özel durumların genellemelerle karşı karşıya gelmesiyle son bulur. Fakat ben sadece futbola zaman kaybı, hiçlik, kör fanatiklik gözüyle bakan kadınların düşünce yapılarından bahsetmek istiyorum..

Dünyanın en temel hadisesi sevgidir, sevmektir. Gördüğümüz duyduğumuz her şey bunun üzerine kurulmuştur. Bütün çelişkiler karşıtlıklar sevgilerin farklı kutuplara yayılmasından çıkmıştır. En basitinden dünya tarihinin en büyük savaşları şana şöhrete olan sevgiden, en büyük ayaklanmaları insana, insanca yaşamaya duyulan sevgiden kaynaklıdır. Kısacası sevgi bir duygu değil her alınan nefeste bir oranını ciğerlere bırakan havanın bir bileşenidir ve bunun için her her yerde bulunan ve her insanın muhtaç olduğu bir şeydir.

Günümüz insanı her geçen gün daha da sevgiye açlaşıyor. Bütün tüketim açlıkları, tatmin seviyelerinin yükseklere çıkmasının en büyük nedenleri hep sevgiyi farklı yerde aramaktan sonra gelen sevgisizlik. Bu yanlış arama şeylerinin başında bol östorojenli kıpkırmızı kalplerle temsil edilen aşk olayı geliyor. İnsanlar sevgiyi sadece buraya indirgeyip sadece buradan bir şeyler bekliyor. Ve tabi ki kafalar bir dünya oluyor. Bana göre kadınların bu durumu futbol’a bakışlarını etkliyor. Konu bir erkeği veyahut ülkemizde sayıları az da olsa bir hemcinsini sevmek olunca bütün dünyaya savaş açan, azıcık sevginizi gösterseniz sizi direk en değerli yakınları hisseden insanlar bir kişinin tuttuğu takıma olan tutkusunu, sevgisini anlamlandıramıyorlar. Çünkü kafalarında sevmek eylemi sadece bir şeye indirgenmiş. Halbuki geceleri kafada kurulan kadrolar, yenilince köşeye çekilip içilen biralar, her şeyi içinize atıp aynı takıma gönül verdiğiniz arkadaşınıza içinizi boşaltmak bunların hepsi en güzel aşk acılarının aynıları. Nasıl sevdiğiniz insanın adını başkasından duyduğunuzda içiniz bir tuhaf olur burada da yolda karşınızdan gelen hayatınızda hiç görmediğiniz büyük ihtimalle de bir daha görmeyeceğiniz bir insanın üzerindeki o küçücük amblem aynı içinizi aynı şekilde tuhaf yapar. Yani sevgi tektir, tek fark saçılan yerlerin farkıdır.

Bir de insanın bencilimsi bir varlık olmasının da bir nedeni vardır bu kadın tutumlarında. Kendilerine bu kadar bağlı bir erkek olsa kendilerini dünyanın en şanslı insanı addederler. Aşkı yine yere göğe sığdıramazlar. Ama aynı erkek bu içindeki sevgiyi haftada bir gittiği maçlarda etrafa saçınca onu dünyanın en salak insanı ilan ederler. Halbuki sevgi etrafa saçılmak için vardır. Bir kişiyi dahi sevsen sevgini onun yanında etrafa saçtığın için mutlu olursun. Sadece ona versen sevgini 3 gün sonra herkes kafayı yer.

Velhasıl kelam  bu hayatta en önemli şey sevgidir. Kadınlar futbolu sevmeyebilirler. Benim badminton’ı sevmemem gibi. Ama her baminton’a gönül vermiş insan benim için önemlidir, benden farksızdır. Ve bu şekilde düşünerek sevgiyi farklı kutuplara dağıtmadığımız için daha mutlu birer ''birey'' oluruz.

Unutmuyoruz sevgi tektir..

24 Nisan 2012 Salı

Carnivale


Carnivale, gelmiş geçmiş tadı damakta en fazla kalan dizidir gözümde.

Daniel Knauf'un 90 yıllarda yazıp bitirdiği bu eşsiz hikaye, HBO tarafından 6 sezonluk bir dizi olarak düşünülerek 2003 yılında başladı. HBO'nun Carnivale'ı pek pazarlayamaması, dizinin çok büyük bir kesime hitap etmeyecek kadar zamanının ötesi olması, maliyetinin de çok yüksek rakamlarda seyretmesi gibi nedenlerden dolayı ne yazık ki dizi beklentilerin altında kaldı. Bu olağanüstü dizi 2. sezonun sonunda iptal edilmiştir.

Hikâye, 1930'lu yılların Amerika'sında geçmektedir. Büyük Buhran sebebiyle paranın alım gücünün neredeyse yok olma aşamasına geldiği dönem, şüphesiz ki karnavalları da olumsuz etkilemektedir. Bu sıkıntılı ve zor dönemlerde Sofie karakterinin söylemiyle "uyuyan insanları uyandıran" bu karnaval ekibi, içerisinde de bir takım mistik güçler barındırır. Diziyi harikulade bir "fantasy" dizi örneği yapan unsurlar da bu ince çizgiyle ayrılır. Doğa üstü güçler öyle güzel aktarılır ki, izleyen normalmiş hissine kapılır. Carnivale'ı Carnivale yapan en önemli nokta da budur.

Dizinin odak noktasındaki karakter olan Ben Hawkins, bir "healer"dır. Aslına bakarsanız, saf bir healer olmadığı ilerleyen bölümlerde görülecektir. Zira kendisi bir iyileştirici ya da şifacıdan çok hayat transfercisidir. Kısaca açmak gerekirse, birisinin canını bir başkasına aktarır. Ölü bir insanı canlandırmak istiyorsa, canlı bir insanı da öldürmek zorundadır. Yoktan bir şifa namümkündür...

Ben Hawkins iyi karakter olarak sunulurken, Ben'in bir şekilde bağlı olduğu Brother Justin kötü karakterdir. Ben Hawkins cennetin, Justin ise cehennemin vücut bulmuş hâli olarak lanse edilebilir. Zaten çok alakasız bir yakıştırma olmadığı dizi izlendiğinde gayet berrak bir şekilde gün yüzüne çıkacaktır.

Brother Justin ve kız kardeşi Iris'e ayrılan süreyi biraz abartı bulsam da, dizi bu anlamda kararlı bir seyir halindedir ve hiçbir şekilde sıkmaz. Çoğu dizide, diziye renk katan karakterlerin sayısı dördü, beşi geçmezken, Carnivale'da tüm karnaval ekibi bu sıfata bürünür.

Carnivale, ilk fırsatta ikinci kere izlemeyi istediğim, su gibi geçen, 24 bölümlük bir başyapıt.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Earthlings

Haneke filmleri bünyede nasıl bir etki bırakıyorsa, eartlings de tıpkı Haneke'nin elinden çıkmış gibi. Bu enfes belgesel, kesinlikle herkesi rahatsız edecek cinsten. Yaptığı tek şey ise gerçekleri göstermek...

Earthling 5 bölüm şeklinde sunuluyor.
1. Evcil hayvanlar
2. Yemek
3. Giyim
4. Eğlence
5. Bilimsel Araştırma

Birinci bölümde bize karşı sadık olan canlılara karşı tutumumuz irdeleniyor. Köpek, kedi gibi hayvanların barınaklarda ne gibi eziyetler çektiklerini, onlara ne kadar acımasız davranıldığı anlatılıyor ve gözler önüne seriliyor. Bu bölümde Türkiye'den de bir köpek cinayeti gösteriliyor ve tüyler ister istemez ürperiyor.

Henüz ilk bölümün şokunu atlatamamışken, en uzun ve en vurucu bölüm başlıyor. Bilumum fast-food ürünlerinin mutfağımıza gelene kadarki süreci, tüm detaylarıyla gösteriliyor. Üzerimize afiyet yediğimiz, beğendiğimiz şeylerin yapılışlarının aslında son derece usül dışı olduğu altı çizilerek kafalara sokuluyor. Deniyor ki: "Mezbahalarının duvarları camdan olsaydı, hayat çok daha farklı olurdu"

Üçüncü bölümde canlı canlı derileri soyulan hayvanlardan tutun, bir nesne gibi kullanılıp atılan hayvanlara kadar tüm tüy ürpertici detayları görmek mümkün.

Eğlence sektörü ise Yemek bölümü gibi en yaralayan bölümlerden biri. Sirklerde hayvanların o tuhaf hareketleri bir ödül için değil, eğer yapmazsa işkence göreceği için yaptığını gösteriyor. Hayvanların da duyguları olduğundan bihaber insanların, sırf diğer insanlar gülüp, eğlenebilsin diye onlara uyguladıkları eziyet defalarca gösteriliyor.

Son bölümde ise, insan hastalıkları için, vereceği sonucun hiçbir geçerli yüküm sağlamayacağı bilindiği halde hayvanlar üzerinde uygulanması, hatta bunun resmen bir sistem haline getirilmesi anlatılıyor. Bilim adı altında günde ölen hayvan sayısı dudak uçuklatacak rakamlara ulaşıyor.

Earthlings, bu dünyada yaşayan ve hala duyarlı kalabilmeyi başarabilmiş her insanın izlemesi gereken bir belgesel. Hatta şöyle diyeyim, eğer izlemediyseniz yapacağınız ilk iş bu belgeseli izlemek olmalı.


4 Şubat 2012 Cumartesi

Ohne Dich

Lise terk Almancamla bile, belki de beni en çok etkileyen parçadır; Ohne Dich.

Bir metal grubu olayın içine hüzün kattı mı tam katar, çünkü zaten metal müzik bir felsefe taşır ( tek amacı popülerlik olan ergen gruplarından bahsetmiyorum, onlar hariç tabii ki), ne tür olursa olsun metal müzik yapanların yaptığı hüzünlü parçalar, hedefini tabiri caizse 12'den vurur.

Pink floyd; Comfortably Numb ya da  Wish You Were Here'ı yaptığında olsun ya da Dream Theater; Images and Words albümünü çıkardığında ( özellikle Wait for Sleep) , ya da Dark Tranquillity; Auctioned'ı yaptığında, hüzünü bir araç olarak kullanmadılar, onlar bu şarkıları hüzünlü, duygulu olsun diye yapmadılar, onlar kendi düşüncelerindeki hüzünü, duygularını nota nota, söz söz şarkılarına işlediler.

Sonuç olarak dinleyicileri parçaların sözlerinde kendi tecrübelerini aradılar, şarkıyı benimsediler.

İngilizcemizin yettiği kadar ingilizce şarkıları anladık, hissettik de, sevdik bu parçaları, şu Almanca çok kaba, çok rererö dil deyip, Ohne Dich de duyguyu hissedince ise bu adamların müziğin evrenselliğinin kanıtlarından biri olduğunu düşündüm.

Verilmek istenen duygu, müziğin en temel öğelerinden biridir, duygunuzun üzerine müzik yaparsanız pek kişi tarafından kabul görmese de gerçek bir efsane olabilirsiniz, ancak popüler bir altyapının üzerine biraz duygulu söz yazayım derseniz, kendini her albümde tekrarlayan bir celebrity olursunuz.

2 Şubat 2012 Perşembe

Blue Velvet


Bu ilk film analiz yazım olacak. İzlemeyenler okumasın onlara hiçbir anlam ifade etmeyecek çünkü. Blue Velvet, David Lynch’in 1986’da çektiği film falan filan. Yönetmenden bahsetmek lazım filmden önce. David Lynch, çektiği tüm filmleri her zaman çok tartışılmıştır. Kendinin bile anlamadığı filmler çeker. Mulholland Drive filmini çektikten sonra ona yöneltilen bu filmde ne anlatmak istediniz sorusuna ; “Ben bu filmi siz anlamayın diye çektim.” diye demeç veren bir yönetmen. Sinema üzerinde yaptığı deneylerle, 90’ların öncüsü olmuştur. Emir Kusturica gibi halktan gelen ince detaycı bir yönetmen değil, ya da Martin Scorsese gibi Hollywood vari de. Onu farklı kılan daha çok yarattığı karakterler bence. Filmde yarattığı Frank karakteri gibi. Dendiği gibi sinema tarihinin en çok küfreden adamı olabilir, ama ben daha önce böyle bir psikopat karaktere hiçbir filmde rastlamadım. Annesine duyduğu öfke seks hayatını kadınların köleliği mevzusuna çevirmiş gibi. Bence Frank’in annesi 1 dolarlık kerhanede (Moonstar sözlükten eş anlamlarına bakınca birleşme evi diye çıkıyor neyse) fahişeymiş o zaman kanısına varıyorsun. Ya da öteki insanlara duyduğu nefrete ne demeli? Mavi kadife adını film zaten Frank’ten almış. Kullandığı mavi kadifeye herkes kafasına göre bir anlam yükleyebilir. Bana sorarsanız, annesinin giydiği gecelik derim. Tıpkı Dorothy gibi. Frank’in sadomaşist tavırları onu da bu hale getirmiş diyebilirim. Zaten Lynch’in yaptığı karakterlerin çoğu derin psikolojik etkiler taşıyor. Dorothy, kızı ve kocası kaçırılan Frank’in adeta kölesi olmuş savunmasız biri. Jeffrey’e gelirsek, ne diyelim polisiye bir filmin baş rol oyuncusu tabiki onun gibi meraklı olmalıydı zaten. Ama Dorothy’nin savunmasızlığına kullanması sanki biraz erkeklerin seks açığını yansıtıyor. Filme karakter çerçevesi dışında geniş çerçeveden bakarsak, normal bir polisiye bir film içinde psikolojik etkileri sonuna kadar verilmiş bir portre çıkıyor en sonunda karşımıza. Mükemmel müziklerle desteklenmiş olduğu da aşikar. Kullandığı yerler müziğin anlamıyla bazı yerlerde birleşse de, başlarken ‘Blue Velvet’ şarkısıyla beraber su akan bahçe hortumu, köpek ve can çekişen adam, aha işte David Lynch dedirtiyor. İzlemenizi tavsiye ederim, sonra gelin Frank’i bana bir daha anlatın. İyi çıldırın.