31 Mayıs 2011 Salı

Dolunay’ın güneşle kucaklaştığı saatler boyunca ruhumu böylesine ürperten varoluşların; yokluğunda yaşanan bunca kanırtılmışlığa adını vereceğini nereden bilebilirdim ki?

Sıradan bir gecenin sıradan bir sabahına kutsal bir ayin kokusu sindirebilmişsek, ne mutlu bana.  Ne mutlu “bana” çünkü zerren dahi yok bu mis kokulu atmosferde. Yanımda uzanan bedeninin varlığı seni dahil etmiyor hiç bir güzelliğe. Aksine tüm güzellikleri biçen, körelten, ve bilhassa bayağılaştıran tek unsursun sen. Saygılı bir yaşanmışlığın saygısız sonralarında bıraktım seni. Sen de bunu istedin zaten tahayyülü zor değil.
Ancak yaşananların saygılı kısımlarını aldım yanıma giderken, sana bırakmamaya gayret ettim çünkü onları buruşturup atacağın o poşetin nereye gideceğini gözlerimle görmüştüm. Ziyan olsunlar istemedim. Sana yalnızca saygısızlığını bıraktım. Sonralara, ertelere, ardlara olan SAYGISIZLIĞINI. Çünkü sen alışıktın imitasyon sevişmelere, çünkü sen severdin bencilliğini..  Aklım sende kaldı sanıyorsun şimdi biliyorum, ama o senin hüsn-ü kuruntun. Elbette seni hala seviyorum, ama gülüşünü, sesini, zihnini yalnızca. Yaşananları, konuşulanları, sevişilenleri değil. Kişiselleştirmeden sevmeye devam ediyorum seni. Ayda bir kez özleyip aradığım arkadaşım kadar. Tutkusuz, acısız, yer yer yabancılaşarak, uzaklaşarak, ölümün dışında hiç bir yaşadığının beni incitmesine ihtimal olmayarak. Evet buldum sanırım, seni seviyorum; ama yalnızca “ölürsen” üzülecek kadar.
Alıntıdır.*

29 Mayıs 2011 Pazar

Facebooktaki Özlü Söz Sayfaları

Facebook adına daha sonra bir yazı yazmayı planlıyorum ancak şu gerçeği sizinle paylaşmadan edemedim; Bildiğiniz gibi facebook'ta 1 milyon, 2 milyon takipçisi olan popüler özlü sözler, iz bırakan sözler, düşsel avuntular tarzında birçok sayfa var. Öncelikle belirtmek isterim ki bunların arasında elbet orijinal paylaşım yapanlarda var. Bu yönetimi doğru yapan insanları birazdan anlatacaklarımdan tamamen tenzih ediyorum.

Arkadaşlarımızın sürekli Facebooktan paylaştığı linkler nedeniyle özlü söz manyağı olduk. Ancak çok yakından takip ettiğim düşünürlerden olan Friedrich Nietzsche, William Shakespeare olsun hatta ve hatta hiç alakası olmadığı alanlarda alakasız sözler söylediği iddia edilen Che Guevera, Bob Marley gibi ünlü isimler resmen bu sayfalarda kullanılıyor.

Geçenlerde arkadaşım bir link paylaşmış, üzerinde terkeden insana laf koymaya çalışan aptalca bir söz var, altında da Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt yazıyor. Bahsi geçen kitabı okumuştum ancak ben böyle bir söz söylemiş olmasına ihtimal vermemekle beraber bu sözün o kitapta geçmediğine de eminim. Yine de emin olmak adına o sözü telefonuma kaydettim ve ertesi gün okulun kütüphanesinin e-kitap veritabanında böyle buyurdu zerdüşt kitabını buldum ve bahsi geçen sözü arattım, bulamadım. Biraz değiştirilmiş olma ihtimaline karşın kelime kelime arattım ve yine bir şey bulamadım.

Kısacası öyle bir söz o kitapta geçmiyordu, daha sonra bahsi geçen sözü kütüphanenin veritabanında arattım yine bir sonuçla karşılaşamadım daha sonra sözü Google'a yazdım karşıma Facebookta ki bahsi geçen sayfa geldi direk ve o sayfadan başka Nietzsche ile alakalı tek bir şey yoktu bu o sözün Nietzsche ile alakası olmadığını kanıtlar nitelikte...


Bunun üzerine o sayfalar gibi birkaç sayfadan da şüphelendiğim başka sözlere baktım, bunlarında bir karşılığı yok. İnanılır gibi değil ama bu uğurda en çok kurban edilen insan Bob Marley... Adamın söylemediği sözleri söylemiş gibi gösteriyorlar ve bu insanların milyonla ifade edilebilen takipçi sayısı var...

Popüler bir sayfa olmak adına insanların en çok dikaktini  çekebilecek konulardan (aşk,terkedilmek,yalnızlık vs. ) gibi konularda nerden çıktığını anlamadığım bir takım sözleri düşünürlere mal ediyorlar ve takipçileri de bu sözlere tabiri caizse hasta oluyorlar.

Zaten ne tesadüfse bir hafta ne meşhur olmuşsa düşünürler onlarla ilgili mutlaka bir söz söylemiş oluyor bu sayfalarda...

Facebookun amacını aştığının bir numaralı kanıtıdır.

Cyhmera, uç kuşum uç...

Popüler medyanın odağında bu isim var 3 gündür; "Cyhmera". Bu gece 01.30 sularında Kingo Disko'ya katıldı kendisi, Okan Bayülgen' in konuğu oldu. Zaten Okan Bayülgen tam bir popülarite avcısı olduğundan böyle bi bombayı kaçırsaydı, şaşırırdım. Programın 1 saatini bu geyikle götürdü, akıllı adam vesselam. Her neyse.
20 yaşlarında bir çocuk 15 yaşında İngiliz bir kızla görüntü muhabbet ediyor blogspot.tv adresinden. Kıza Türkçe bişeyler öğretmeye çalışıyor, İngilizce konuşmayı deniyor, flüt çalmaya çalışıyor, arada küfrediyor... Türlü türlü komiklikler falan... Evet sempatik bi çocuk, evet izlerken bende çok eğlendim, evet merak da ettim. Çünkü karşısındaki "kitty" lakaplı kızın bön bakışları, çocuğun şiveli ama içten tavırları insanı içine alıyor ister istemez. Sevdim onları, sempati besledim.

Sonra...
Çocuk açıklamasını yaptı. Bir grupları varmış adı "m" ile başlıyordu ama unuttum şuanda. Onun tanıtımını yapmaya çalışıyorlarmış ve sosyal medyayı kullanmaya karar vermişler. Önce İnci Sözlüğe yazar olmuşlar. Orda "ortam" yapmışlar. Daha sonra nasıl daha fazla tanınır ve tınlarınızın peşine düşüp böyle ucuz bi yol bulmuşlar. Gerçi yanlış bi yol değil ki işlerini görmüş, istediklerini almışlar. Reklamlarını yapmayı başardılar zira 3 gündür herkes onlardan bahsediyor, facebook da çılgınca etiketleniyor, twitter da onlarca twit giriliyor. Ama duyduğum son söz hakikaten sinirimi bozdu ve 'yuh eşşeğin bacağı arkadaş, bu kadar da pişkin olunmaz' dedim. Okan bunu niye yaptın diye sorunca "popüler olmak için" dedi. Başka bi konuk "tek amacın bu muydu gerçekten" diye şaşkınlığını belirtmek istedi. "Evet buydu." diye aleni pişkin bir cevap verdi. "N'apalım diye düşündük, işte şiveli konuşalım, arada küfredelim, komiklik şakalar falan sokalım dedik. Planlı yaptık yani herşeyi." dedi.

Şimdi duyduğun sempatinin adamın art niyetine zayii olduğuna mı yanarsın, karşısındaki kızın bi araç olarak kullanılmasına mı yanarsın, herkesi saf yerine koyup amacına ulaştığına mı yanarsın?

Belki bu kadar abartılası bi konu değildir ama popülarite uğruna yapılanlar gün geçtikçe canımı sıkmaya başlıyor. Bugün programdaki pişkinlik bi ilk değildi ve bi son da olmayacak. Ve biz elimizden geldiğince prim veriyoruz. Teknolojinin bu yönünü sevmiyorum, eski erdemli günleri özlüyorum. Böyle zamanlarda internete bağlanırken telefonun meşgule düştüğü, çevir sesine saatler adadığımız günlere yanıyorum en başta.

ö-Bu matematik bizi kandırıyor hocam! h-Tövbe tövbe, zındık işi tabi

Hayatta geride kaldım be dostlar! Şöyle olaydım, şunları diyeydim: "ne kadar talebim varsa arza dönüşsün, avucuma düşsün hepsi kılımı kıpırdatmadan.Onları tüketeyim, tüketeyim, tüketeyim.Midem tıka basa dolsun, gözüm doymasın akşam ezanı sonrası maneviyatım sağlam. dinim "bütün" olsun tek lokmalık.

Herkes bana çalışsın, ben yiyeyim.Ürettiğimden çok tüketeyim, sadece ben olayım şu dünyaya hükmeden düşünmeden.Ben çok yüceyim ben başbakanım,doktorum,mühendisim,dindarım...
Dindarım dediysem din"ci" yim.Ekmeğimin yanındaki katığı burdan yerim.Ben buna işin kaymağını yemek diyorum...

Eee anlatın hele kimler kaymağını yer kimler ekmeği bulamaz?
Heaa haa "duymaz" gibiyim..

27 Mayıs 2011 Cuma

Fenomenite

Ülkemde ne zaman bir film ya da bir insan kısa zaman içerisinde kitlelerin hayranlık duydukları olgular haline gelince aklıma hep Jean Baudrillard'ın fenomenite hakkında ki görüşleri gelir.

Baudrillard'ın da dediği gibi;

'' Fenomenite denilen şey toplumların içerisindeki çöküntünün medya aracılığı ile yansıyan gölgeleridir. Olgular kısa zaman içerisinde fenomen olurlar ama daha sonra unutuluverilirler taki tekrar medya onları hatırlayana ya da bir filmleri çıkana kadar. Biz insanlar; zincirleme reaksiyonlarla yok olmaktayız, bu öyle bir yokoluş ki; yok olana kadar sadece peşinden koştuğumuz fenomenlerdir dikkatlerimizi cezbeden...''

Baudrillard'ında dediği gibi fenomeniteye kapılmak kendimize yapacağımız en büyük sıradanlık temelinde kötülüktür. Şöyle düşünülmeli; hepimiz biliriz ki kitapçılarda Best Seller reyonu bulunmaktadır, burda kısa süre içerisinde en çok satan; yani kişiler vasıtası ile kısa süreli fenomen olma yolunda ilerlerleyen kitaplar bulunur. Yalnız bu reyondan bir kitap alıyorsak, o kitapların başkalarına (büyük kitlelere) hitap etme olasılığının yüksekliğinin, bize hitap etme olasılığını arttırdığını düşünürüz. bu bizim herkesleştiğimizin, herkes gibi düşünme yolunda ilerlediğimizin ve toplumu yönlendiren düşüncelerin bize de etki etmek üzere olduğunu kendi kendimize itirafımızdır aslında.

Bu best seller mantığını diğer alanlarda da düşünebiliriz. Örneğin en çok gişe hasılatı elde eden filmler...

Çok vizyon filmi gördük ki pek kayda değer bir konusu olmamasına rağmen görsel efektlerinin fazlalığı nedeniyle kitleleri peşinden sürüklemiştir, çoğu insan tarafından aranan film olmuştur. Peki sormak istiyorum; zevklerimiz ne zaman endüstriyelleştirildi ? Best seller mantığıyla haraket edersek zevklerimizi bir kalıba sokarız lakin bu kalıbın sınırlarını bizim belirlemediğimiz aşikardır.

Televizyon ve onun içindekilere, popüler şarkıcılara, evlilik programlarındaki saçmalığa, best seller reyonlarına, moda kavramına, kısacası bizi kendi yargılarımızdan uzaklaştıran  herşeye tapma alışkanlığımız Baudrillard'ın da dediği gibi sonumuzu hazırlamakta. Bu yazıda amaçladığım herkesin yaptığı şeyleri yapmayarak marjinal olun demek değil. Amacım kendi zevklerinizin endüstriyel kavramlarca kalıplara sokulmasına izin vermemenizi anlatmak...

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Ben ne oldum arkadaş?

Önce kendime bi haykırasım var. Saçı başı yolunası, gırtlağına parmak sokulası, abartılıp da ensesine şaplak atılası bi insan oldum ben. Ben bohemlere düştüm. Gündemi twiterdan takip ettim ben, üyesi olduğum blogu bile okumaya üşendim ben. Gün geldi farkına vardım, uyandım da aynı zamanda ben.

Sebebini buldum. Ben bir salgın hastalığın içine düştüm. DEXTER. Yes bebeğim, oov bebeğim. Come on bebeğim. Her neyse. Her boş vaktimi onun karşısında geçirir oldum. Amansızca ve de çılgınca, art arda bir sonraki bölümünü izler oldum. Ertesi gün sınavım olmasına rağmen, erken kalkmam bile gerekse gecenin körüne kadar Dexter izledim. Hatta gündemi twitterdan takip ediyorum dedim ya, heh onu da dizinin dolmasını beklerken oyalanmak için yaptım. Ama kınanmamalı, yadırganmamalıyım. Sevilmeli, bağra basılmalı, şefkat ilacıyla şifa sunulmalı, "nolcak olum olur öyle arada" denilmeliyim. Fakat acı olan şu ki, henüz 2.sezonda olduğumdan dolayı bi 2buçuk sezon daha bu naçiz ve sebepsiz hayatıma devam edicem. Bunu beynim engellemek istese, kalbime söz geçiremiyorum. Ve bunu ilk defa burda açıklıyorum, sanırım Dexter'a büyük saygı duyuyor, an ve an kendisine platonik duygular beslemeye başlıyorum. Bu kadar kusursuz cinayetler zinciri, bu kadar duygusuz bir erkek... En aşığım diyen adama kök söktürecek derece düşünceli ve anlayışlı bir sevgili... Her ne kadar rol yaptığını, normal görünmek için bi ilişki yürüttüğünü bilsemde etkileniyorum. Evet evet, seri katil çekiciliği olduğu da bi gerçek. Ama yaptığı işin doğruluğu ve tekniği bence ayakta alkışlanmalı.

Dexter'ın senaryosunu yazanlara sesleniyorum: Siz dev birer kedisiniz.
A lot of kisses.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Yılmaz Özdil'e

Bugün kıtabınızı elime aldım.Sizin yazılarınızı takip etsem de beni bu kitaba yönlendiren üniversitedeki "zorunlu" türkçe ödevim oldu.

Zaman zaman çok beğendiğim zaman zaman abarttığınızı düşündüğüm yazılarınızla sizi az çok, en azından politik düşünce tarzı olarak, tanıdım ya da "kendinizi tanıttığınız gibi" algıladım.

Kitabın ön yüzü kocaman 43. baskı ilk sayfalarda türkiyenin önde gelen yazarlarından gazetecilerinden oluşan bir övgü seli...

Arka sayfası kocaman 23TL! ufak bir hesap yapıyorum...

Ya ben sizi yanlış anlamışım ya da ben sizi yanlış algılamışım.

Halkın durumundan bahseden, yoksullugu sefillği vurgulayan "eşitlik gerek" laflarını önündeki şaraplarını yudumlarken boğaza karşı yazan sözde türkiye aydınlarından ne farkınız kaldı?

Hiç düşündünüz mü bir aylığına olsun her şeyi bırakıp gözünüzü karartıp telefonsuz parasız pulsuz anadoluya dalmayı?

İnsanları acaba hala saf kalabildiler mi diye merak ettiniz mi? Mutlular mı değiller mi ya da geçinebiliyorlar mı diye? Ne yerler ne içerler sordunuz mu kendinize yazılarınızda halkı savunurken?

Ben sıradan bir öğrenciyim sizi tanımam, hayat deneyimlerinize saygım sonsuzdur, yazılarınızı kimi zaman örnek de alırım fakat bu 43 ve 23 biraz kafamı karıştırdı doğrusu...

Umarım yanılıyorumdur?

------------------------------------------------------------------------------------

Gerçekten gaza gelip yolladım bakalım ne kadar dikkate alınacağım?

20 Mayıs 2011 Cuma

Playoffs 2011

Ne zamandır playoff'lar üzerine bir değerlendirme yapmak istiyordum. Bugüne kısmetmiş. Genel olarak şekillenmiş olsa da, bir değerlendirme yapmak şart.


Dallas batıda harika işler başardı. Önce favori olduğu Portland serisinden 4-2 ile ayrıldı. Karşısına New Orleans'ı rahat geçmesi beklenen ancak 2-2'den sonra aklı başına gelen Los Angeles Lakers geldi. Geçen senenin şampiyonu. Kobe'siyle, Phil Jackson'ıyla bir ekol...
Dallas Mavericks, Lakers'ı 4-0 gibi bir skorla süpürdü. Bu seri P.Jackson'ın son serisi oldu ve kariyerini noktaladı. Tabii Dirk Nowitzki'yi es geçmemek lazım, Dallas'ın şu anki konumunun en büyük yaratıcısı. Dallas öyle bir takım ki, oyun disiplininden hiç kopmuyor. Kidd, Terry, Marion, Stojakovic gibi son derece tecrübeli oyuncuları da olduğundan, takım oyununun bir saniye bile işlememesi durumunda bu tecrübe abideleri devreye giriyor. Benchten inanılmaz katkılar alabiliyorlarken, bazen Nowitzki önderliğindeki starter 5 çoşunca buna gerek bile kalmıyor. İnanılmaz yüzdeli üçlük sokarak rakibin direncini rahatlıkla kırabiliyorlar.

Oklahoma City Thunder şüphesiz şu an burada olması en mucize olan takım. Çok zor bir eşleşme yaşamamalarına rağmen Batı finaline kadar yükselmeleri büyük başarı onlar adına. Thunder çok değişik bir takım.Benchten çok ekstra katkılar alabiliyorlar. Russel Westbrook ve Kevin Durant takımı sırtlayan isimler. Kevin Perkins ise bir abi görevi üstlenmiş durumda, çok da yararlı oluyor. Dallas serisinde 1-0 geriye düşmelerine rağmen Dallas'ta seriyi 1-1'e getirdiler. Eğer evlerinde Dallas'a bir maç hediye etmezlerse Finale yükselmeleri işten bile değil. Açıkçası benim de desteklediğim takım Thunder. Ancak şöyle bir şey var ki, karşılarındaki takım Nowitzki'nin takımı. Kolay olmayacak.

Diğer tarafta, Doğu finalinde Miami Heat-Chicago Bulls eşleşmesini görüyoruz. Chicago finale kadar gümbür gümbür geldi ve en korkulan takım konumunda şu an. Rose'un MJ edasıyla çılgın attığı ilk seride Indiana Pacers'ı 4-1, Atlanta Hawks'ı 4-2 geçtiler.Karşılarında Big Three var. 76ers'ı 4-1, ardından Boston'u 4-1 geçen Miami.
Miami Heat, bu sene final oynayıp madalyayı alamasa bile hayal kırıklığı yaratacak kadar iyi bir takım kurdu, Big Three'yi yarattı. Maç başı ortalama 60-70 sayı üreten bir üçlü bu. Ekstra katkılar ile her maçı rahatça alacak kadar güçlüler. Zor anlarda sorumluluk alabilecek, el yakan toplarda çekinmeden hücum edebilecek 3 tane oyuncuları var. Chicago için çok kolay olmayacak ancak onların da güvendikleri bir şey var: takım oyunu!
İstediklerinde ölümüne savunma yapabiliyorlar. Ömer Aşık'ın da bu anlamda takıma katkısı çok büyük. Wade'e koyduğu blok ve ardından bu uğurda akıttığı kan bunun göstergesi. Bir yanda inanç bir yanda güç. Favorim Chicago. Ancak finallerde Big Three zevkinden mahrum kalmamak adına Miami Heat'in kazanmasını dilerim bir basketbolsever olarak.

Bekleyelim görelim.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Aile Şerefi

Annem sürekli sen küçükken uslu bir çocuktun hababam sınıfını izledikten sonra bozuldun der. haklılık payı nedir ne değildir bilmiyorum ama benim için sadece hababam sınıfının değil tüm türk filmlerinin özel bir yeri olduğu kesin. ve yine bu filmlerin hepsinden küçük küçük karelerin alakasız durumlarda aklımda dolaştıkları ve kimi zaman bana ait sandığım fikirlerin esin kaynağı oldukları da kesindir.

Bilmiyorum ilerleyen zamanlarda hangi türk filmlerinden bahsederim ama şuan aile şerefi'nden ve bende uyandırdığı düşüncelerden bahsetmek istiyorum. aile şerefi; demin hatırlamak için youtube'tan açtığım ve son saniyesinde yine hüzünlendiğim ''aile şerefi''.

Çok sevdiğim yazarlardan biri olan ece temelkuran'ın yazılarının birinde şöyle bir cümle geçiyordu:

'' bu coğrafyanın insanı her şeyi unutur ama alacağı intikamı unutmaz.''

Sanırım türk filmleri de bizim insanımızı konu aldığından içlerinde bolcana intikam var. genelde bir kişinin, ailenin veya topluluğun başına gelen olaylar ve  insanların acıları, duydukları öfke, kötü niyetli zenginlere karşı ezilmişlik filmin genelini kaplar. filmde konu geliştikçe hüzün katsayısı da gittikçe artar. filmin sonlarına yaklaştıkça bu ezilen insanlar öclerini alırlar gerçek dünyada pek olmasada iyiler kazanır ve filmlerin sonunda sadece son yazsada bizim için o sadece son değil mutlu sondur.

Çoğu zaman içimizde altta kalmanın, ezilmenin, istediğimiz şeyin olmayışının mutsuzluğu vardır . yaşadığımız şeyler aklımıza geldikçe içimizde alevlenmeler olur. alevler içimizi yakarken genelde düşünmeden bu alevleri intikamla söndürürüz.aldığımız intikamı alırken sonucu da düşünmeyiz. o an için sadece alınması gereken bir intikam vardır ortada. sonuç bazen bizi çok üzer kendimize kızarız, bazen de o haz bizi her şeyden çok mutlu eder.

Peki doğrusu nedir? bize yaşattığı üzüntüleri karşımızdakilere yaşatıp onun da bizim gibi eriyip gitmesini izlemek mi, yoksa ''o yapsada ben ona yapmayacağım'' tarzı sözlerle kendi ateşimizi başkalarınıda yakmak için kullanmadan kendi kendimize söndürmemiz mi?

Yine kafam insanoğlunun intikam konusundaki acizliği ve bu coğrafyanın insanı olarak intikamın bana da verdiği haz konusunda karışmışken çok uzatmadan ve yazıyı da, düşüncelerim gibi bi sonuca bağlayamadan filmin son sahnesindeki oktayı öldürüp hapise giren babanın hapisten çıkıp eve gelişi esnasındaki, evin küçük oğlunun dış sesinden duyduğumuz sözlerle bitirmek istiyorum:

...

sonunda hepimiz birleşip tek vücut olmuştuk
geleceğe gülen gözlerle bakıyorduk
çünkü; babamız gelmişti
çünkü; biz çok güzel bir aileydik
çünkü; biz şerefli bir aileydik.

Tespit ettim; o halde varım! VOL.2

Her hareketin bi anlamı var. Sözel olarak ifade edemediğimiz herşeyi bi şekilde farkında olmadan bedensel olarak sergiliyoruz aslında. Misal...

*Dudağımın derisiyle uğraşıyorsam, sinirliyimdir ben. Neden yapıyor olabilirim bunu diye düşündüm. Eğer sinirimi, gerginliğimi başka birşeye zarar vererek çıkarmak istemiyorsam kendimle uğraştığımı farkettim. Ya dudağımı dişliyorum ya ağzımın içini kemiriyorum ufak ufak. Evet biraz iğrenç gibi. Sanki ağzımdan istemediğim birşeyin çıkmasına engel olmak istiyormuşum gibi...
*Sevinince de iki elimle yüzümü kavrıyorum kulaklarımın altından. Sanki biri sevincime ortak olmuş da elleriyle sarmış beni severmiş kutlarmış gibi, kendi kendime güven veriyorum. Biri varmış gibi, birinin sıcaklığını hissettiriyorum kendime...
*Heyecanlıyken ayağımı oynatıyorum, hızlıca dakikalarca sallıyorum şuursuzca enerji harcıyorum. Birşey yapmaya başlıcakmışım da sanki ona hazırlanıyormuşum gibi. Ya da o şeyi o anda yapıyormuşum gibi hareket ediyorum yani efor sarf ediyorum. Beklemem gerektiğinin zihnen farkındaymışım ama pskolojik olarak kabullenemiyormuşum gibi...
*Bir sıra beklerken ya da herhangi bir şeyi beklerken de parmaklarımı çıtlattığımı farkettim. Üst üste, acısa bile zorla. Bunun bilimsel bi açıklamasını bulamadım henüz :) Bunlar gibi bi çok tuhaf hareketimi farkettim. Baktım çevremdeki insanlarda da var bu. Engelleyemediğimiz içgüdülerimiz var, bakınca anlaşılacak hareketlerimiz... Bir şekilde eleveriyoruz aslında kendimizi. Marifet bunları yakalayabilmekte yada engelleyebilmekte.

Ben duygularımı saklayabildiğime inanan bi insandım. Meğer içimden geçen hislerin yoğunluğunu anlamak için dikkatli bakmak yetiyormuş...

Eğer tamamen içinize kapanmak isterseniz, vücudunuzu da kontrol altına almayı öğrenmelisiniz. Aksi taktirde ne çözümsüzsünüz ne de karmaşık.. (:


-Karmaşık görünmek de marifet değil, yanlış mesajlar vermek istemem. Hemcinselerime selam olsun :D-

Angela Gossow

evet, başlıkta gördüğünüz isim, bir haftadır beni benden almıştır resmen. önceden de dinlediğim Arch Enemy adlı melodic death metal grubunun vokalistidir kendisi. önceden dinlediğim diyorum çünkü dikkat çekmek istediğim bir şey var. kendisini erkek sanarak dinliyordum. hatta kafamda onun yerine geçip ben söylüyordum şarkıyı. sonradan kadın olduğunu öğrenince şoka girmemle daha da sevmem bir oldu..


kimine göre dünyadaki en iyi bayan brutal vokalisttir kendisi, bana göre de öyle. şu sıralar da arkadaşlarıma dinletip " sence nasıl bir tipi vardır bu vokalistin? " sorusunu sorup "canavar gibi, hayvan gibi bir adamdır heralde" cevabını alıp saçma bi şekilde eğleniyorum.

grubun en sevdiğim şarkısını dinlemek isteyenler ise buraya gitti..

10 Mayıs 2011 Salı

Seven Samurai



Merhabalar efenim, arada bir(kafama estikçe) sürdürmek istediğim sinema köşem ile tekrar aranızdayım. Teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler...Seven Samurai, geç izlediğime beni pişman edebilen ender filmlerden biri. 50'li yıllardaki imkanlara göre, üstüne üstlük Japonya'da çekilen, adeta bir ders niteliğindeki bu film; şüphesiz samuray filmlerinin, amiyane tabirle dövüş filmlerinin atasıdır.

Tabii ki çoğu günümüzde çekilen, eskiden az da olsa çekilmiş olan onlarca salt dövüş içeren, sikimsonik filmlerden çok çok farklı. Bu farkı yaratan en büyük özelliklerinden biri, "drama"yı iliklerine kadar işlemiş olması.

Film,
16. yüzyılda, haydutlar tarafından haraca bağlanan ve yoksulluk çeken bir japon köyünün derinliklerine iniyor.

Korkuyu yenmeyi, inancın kudretini beyninize kazıyacak bir 207 dakikaya hazır mısınız?

Tür: Adventure, Drama
Yapım: 1954
Yönetmen: Akira Kurosawa
Oyuncular: Toshiro Mifune, Takashi Shimura, Keiko Tsushima
IMDb Puanı: 8.8 (13. sırada)
Benim Puanım: 9.0

"every good fort needs a gap to tempt the enemy"


7 Mayıs 2011 Cumartesi

Sekiz Gol Yemedik

Uzun bir süredir izlenme rekoru kıran videolardan geçilmiyor ortalık. facebook'ta bilmem kaç arkadaşım bir bağlantı paylaşmış oluyor genelde. kimilerine gülsem de genelde çoğuna gülmüyorum. ve gerçekten bunu da ''yaa bak herkes güler ama ben gülmüyorum'' ayağıyla söylemiyorum. bilmiyorum belki de gülmememin temel sebebi herkesin gerektiğinden fazla gülerek beklentimi yükseltiyo olması. herneyse. yakın zamanda izlediğim biz 8 gol yemedik videosundan bahsetmek istiyorum birazcık.

Geçenlerde beşiktaşlı olduğumu bilen bi arkadaşım belki kızarsın ama komik kanka dedi ve bi video attı. izlemeye başladım bir adam kameraya çekiyor ve soruyor ''kaç gol yediniz?''. hal ve hareketlerinden akli dengesi yerinde olmadığı belli olan arkadaşta cevap vermeye çalışıyor kendince .biz yemedik diyor. adam o söylemedikçe inatla soruyor ''bizden 4 tane yemediniz mi? 4 4 daha işte yine oldu 8'' çocuk ''hayır 4 tane de yemedik'' diyor. çocuk sinirlendikçe bu adam gülmeye başlıyor çocuk yemedik dedikçe daha çok üstüne gidiyor. çocuk çıkıyor dükkandan arkasından ''sekiztaş oldunuz yine'' diye bağarıyor. çocuk geri geliyor biz 8 gol yemedik diyor hala. en son çocuk çıldırıp ceketini vurmaya başlıyor yere. çocuk ceketini yere vurdukça bizim kameraman arkadaş kendinden geçiyor çocuk ceketini vurdukça bizimkisi kahkaha atıyor. en sonda bi de iç geçiriyor ''ahhh'' diyor, ''ne güldük ama'' dercesine.

Ve aklıma zamanında karşılaştığım bir sahne geldi.

Yukarıda da dediğim gibi beşiktaşlıyımdır. hayatta en çok nefret ettiğim insan tipi kibirli olandır. şimdi bu iki özelliğimi birleştirirsek fenerbahçe'den pek haz etmediğim açıkça ortaya çıkar. aslında pek haz etmeme de değil bariz nefret ettiğim ortaya çıkar.

Bir gün otobüse bindim gidiyorum hava sıcak, otobüs ağzına kadar dolu, tam bir yurdum otobüsü. sene 2007'ydi sanırım fenerbahçenin 100. yılı. ayaktayım bi kız çarptı gözüme. üstünde pazardan alındığı belli olan bi fenerbahçe forması, kolunda fenerbahçenin havlu şeklindeki bilekliği, annesinin yanında oturuyor. hareketlerinden, annesinin sürekli onu uyarmasından çok normal bir birey olmadığı belli. sıcaktan bezmiş bir şekilde giderken arkadan birinin telefonu çaldı. kıraç'ın bestelediği fenerbahçenin 100. yıl marşı '' laylaylalayla layla lay lay lay''. kız bir anda ayaga kalktı, bi arkaya bakıyo bi annesine. o kadar heyecanlı  ki gözlerinin içi parlıyor. anne diyor ''fenerbahçe çalıyo'' . annesi tamam diyor otur diyor, ama hala ayakta dikkatlice aralıksız arkaya bakıyor.

tabi annesi belli etmemeye çalışsada utandı ve ''evet kızım hadi otur'' dedi. kız sonunda otursa da otobüsten inene kadar  hala dönüp dönüp arkaya baktı.

Bu kızı gördükten sonra herhalde diyorum istemeden de olsa böyle birinin canını yaksam gerçekten çok üzülürüm. sonra bu herifi görüyorum. o çocuğu kızdırıp gülen bi de yetmezmiş gibi videoya çeken hatta onu da internete koyan  o adı normal olan varlığı görüyorum. o videoyu izleyip gülen insanları görüyorum, arkadaşlarımı görüyorum.


ve bazen gerçekten anlayamıyorum.

İnternet Özgür Olacak


Yanlış anlamayın, bu bir tahmin değil, vaat sadece. Kılıçdaroğlu'nun seçim vaatlerinden biri. Yüzbinlerce kişinin sansürü, internet yasaklarını -haklı olarak- eleştirdiği bir ortamda daha iyi bir açıklama gelemezdi muhalefet partisinden.
Şimdi gelelim internet denen uçsuz bucaksız dünya ile yarışma çabasına. İnternet tarihte en hızlı yol kateden buluş. Şöyle ki, 50 milyonluk kullanıcıya erişme süreci incelendiğinde: radyo için 38 yıl, televizyon için 13 yıl, internet için sadece 5 yıl yeterli olmuş. Önüne geçilmesi zor bir yaygınlaşma.
İnternet; Türkiye'ye 1994 yılında geldi ve şu anda ülkemizde 30 milyon civarında internet kullanıcısı olduğu düşünülüyor.
İnternet çok geniş bir mecra olduğundan, yönetmesi zor. Ancak Türk'üz ya biz, bundan da geri kalmamaya çalışıyoruz. Önce kumar engellenmeye çalışıldı, sonra müstehcenlik, sonra da uyuşturucu madde teminatı sağlayan siteler.. derken işin ucu kaçtı ve TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) ve BTK (Bilişim Teftiş Kurulu) kolaya kaçarak internete bir kısıtlama getirme kararı aldı ve "güvenli internet" adı altında bizi "onların" istedikleri sitelere girme zorunluluğu getirecek 22 Ağustos'ta.
5651 sayılı yasanın 8. maddesinde yer alan;
  1. İntihara Yönlendirme,
  2. Çocukların Cinsel İstismarı,
  3. Uyuşturucu veya Uyarıcı Madde Kullanılmasını Kolaylaştırma,
  4. Sağlık için Tehlikeli Madde Temini,
  5. Müstehcenlik,
  6. Fuhuş,
  7. Kumar Oynanması için Yer ve İmkân Sağlama,
  8. Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar
gibi "suç" ilan edilen temel maddelerle başlayan süreç, başa çıkılamayınca daha da genelleştiriliyor ve inatla üzerine gidiliyor. Hiçbir Avrupa ülkesinde böyle bir uygulama yok. Çoğu, çocuklar için, aileler için bir paket oluşturmuşlar ancak bunu "dayatmıyorlar". Kullanıcının isteğine bırakıyorlar, isteyen istediği paketi kullanıyor. İstemeyen, istediği siteye giriyor.
Bence, internet konusunda geldiğimiz durum sadece internetin değil, ülkenin "kafa" yapısının pek iç acıcı olmadığının göstergesi. "Bugün internetimize kafa sokanlar, yarın giyinmemize, diğer gün düşüncelerimize, öbür gün de ülkenin yönetim şekline erişebilir." çıkarımı yapmak pek de mümkünatsız görünmüyor.

Sonumuz hayrola.

6 Mayıs 2011 Cuma

Şans bana güldüğünde dişleri döküktü

Çok yazmak istiyorum, türkçem yetmiyor.
Saatlerce yüzmek istiyorum, yaz gelmiyor.
Bir an önce okulu bitirmek istiyorum, hocalar köstek oluyor.
Son ses müzik dinlemek istiyorum, komşular huylanıyor.
Ezberle eğitilmemek istiyorum, sistem karşı çıkıyor.
İstediğim siteye girmek istiyorum, engelleniyor.
Teknolojiyi sevmiyorum, hep karşıma çıkıyor.
Üzülmek istemiyorum, benle inatlaşıyor.
Yaşamak istiyorum, ölüm göz kırpıyor.

İyi bir insan olmaya çalışıyorum, Türkiye'deyiz.

Bu ülkede seri katil bile olmak istesem, "kendini tekrar ediyor" diye eleştirilirim ben.

"kimilerinin hayatı öylesine monotondur ki, insan, dünyaya ilk kez geldiklerine inanamaz."

İşte o benim.

Bu; içimdeki sıkıntının yazılı beyanatıdır.

Bu; içimdeki sıkıntının yazılı beyanatıdır.
Kimin eli kimin cebinde, elimin üstünde kimin eli var, hangi el hangi elden üstün derdine düşmek yerine niye elden ne gelir bunu düşünmüyoruz? Niye herkesin gözünü bu kadar hırs bürümüş? Neden insanların birbirine bu derece zarar verme isteği? Neden sadece mutluluğu arıyormuş gibi yapıp, mutlu olmak hariç her şeye sarkıyoruz? Neden her zaman başımız gövdemizden ağır geliyor da kalbimizin değil de beynimizin dikine gidiyoruz? Neden kimse durup düşünmüyor nerede hata yaptığını? Herkes bu kadar kirliyken, nasıl pür'i-pak bi hayat dileyebiliyor? Mutlu olabilecek bu kadar sebep varken neden belayı çağırıyoruz, sonra neden bundan yakınıyoruz? Neden bu kadar içten pazarlıklıyız, neden daha 20li yaşlarımızda bu bohemlere kapılıyoruz? Neden herkes "illa ki" mutsuz?

Kimsenin çok büyük dertleri olduğuna inanmıyorum. Çözülemeyecek, halledilemeyecek problem olmadığını düşünüyorum. Eğer biri herhangi bi sağlık sorunu haricinde bir konudan dolayı depresyona giriyorsa ve sebebi "mutsuzum"sa orda bi iş var. Orda bi dursun o. Hayatımız bizim elimizde, hayatımız tamamen bizim kontrolümüzde.
Aldığın margarin bozuksa bi daha o marketten alışveriş yapmazsın veya margarin yapmayı beceremiyorsan margarin yapmaktan vazgeçersin. Margarin yapmak konusunda ısrarcıysan da gider en iyi margarin ustasından, en güzel margarinin nasıl yapıldığını öğrenirsin. İlk margarin olmazsa, ikinci olur.  İkinci margarin olmazsa üçüncü margarin olur. Üçüncü margarin olmazsa, dördüncü marg....  Demek istediğim memnun olmadığımız insanları veya olayları olduğu yerde bırakıp gitme özgürlüğü bize ait. Ama o kişi veya olayı hayatımızdan çıkaramayacak kadar önemsiyorsak veya ihtiyaç duyuyorsak o kişi veya o olayla yaşamayı öğrenmek de bizim beceri sıırımızın ötesinde değil. Arası yok. Ya tam vardır bi kişi veya bi olay yada hiç yoktur. Ya onu en iyi şekilde muhafaza edersin yada kendini ondan muhafaza edersin. Bence bunu başarabilen kimse mutsuz olmamalı.

İnsanın önce kendisine saygısı olmalı,
İnsanın şuuru ilelebet açık olmalı.

5 Mayıs 2011 Perşembe

3 kişilik dev kadro






Müzik tarihinin açık ara en iyi grubu. Tabi bu benim kişisel görüşüm. Davulcusu Neil Peart efsane. En iyi olarak gösteriliyor. Bassçı reyiz Geddy Lee çocukluğundaki kişisel sorunlarını bas gitarı kalın tellerine vurarak gidermiş. Biraz fazla vurmuş olacak ki Les Claypool abinin gitarına imza atacak kadar büyük bir isim olmuş. Alex Lifeson hakkında çok bir şey bilmiyorum. Ama iyi bir abimiz. Rush 3 kişinin bir araya gelip yapabileceği en iyi müziği yapıyor bence. Dinlemekte fayda var diye düşünüyorum. Yyz adlı şarkılarının canlı performansını buradan izleyebilirsiniz.



İnsan + Hayvan = 2 Hayvan

Seçim yaklaştıkça nedense insanın içini bir heyecan kaplıyor. kimi zaman çok az umutlu çoğu zaman da çok umutsuz olsam da çoğu zaman çok umutsuz olmama rağmen içimi kaplayan heyecanı beşiktaşlı olmamla açıklayabilirim heralde.

Bazen sevinç her zaman keder,
Beşiktaşlı olmak yeter.

Yaşama sevinci demişken bu günlerde en çok kurduğum cümleyi bi daha kurdum demin ''insan garip varlık  aq''. kendini garip sanması da garip aslında. ama bence insanın garipliğinin temel nedeni kendine fazla misyon yüklemisinden geliyor. insan düşünen hayvan diyip etrafta ibne ibne gezinirken hayvanlık yapan birini gördüğümüzde garip sıfatını yerleştiriyoruz. halbuki taa en başta kabaca canlıları 3'e değil 2'ye ayırıp insanı tıp ki kuş,balık gibi hayvanın alt sınıflarından biri olarak görsek kendi kendimize bu kadar şaşırmayız herhalde.  eşini öldüren insanları 3. sayfada gördüğümüzde ''ohaa yuh amna koyıyım'' diyeceğimize ''ben bunu belgeselde görmüştüm kanka, harbiden bak önce çiftleşiyo ondan sonra öldürüyo'' diyebiliriz, çocuğunu satan ebeveynleri görüp '' bu nasıl 'insanlık' '' diye düşüneceğimize yine ''belgeselde görmüştüm abi hayvanın karnı acıkınca çocuklarına girişti aq'' diyebiliriz ve ya bir kız için yıllardır süren dostlukları biten arkadaşlara '' bir kız için değer miydi bee'' diyeceğimize '' abi sen yine iyisin adam belgeselde karı için kankasını yedi bee'' diyebiliriz. bence demeliyiz de.

bi de bu hayvan-insan muhabbetinde takıldığım bir nokta daha var. küçükken bi gün ekmek almak için bakkala gidicem. evden çıktım merdivenlerden indim falan. güneş batmış hava da kararmak üzere. bizim apartmanın önündeki çiçeklerle uğraşan bir komşu teyzemiz vardı. aslen beni çok severdi. en azından öyle olduğunu sanıyorum. çıktım apartmanın kapısından çiçeklerin arasında bi karartı. hoşşt dedim. teyze ayağa kalktı. aa dedim köpek sandım pardon. neyse gittim geldim falan. takılıyoruz mahallede. alttan alttan kesiyorum teyze çok pas vermiyo bana. bir gün annemle haber göndermiş( iyice aşk hikayesine döndü amna koyıyım) ''kaan bana köpek dedi çok üzüldüm''.

sonra annem diyo neden dedin oğlum falan. diyorum valla köpek sandım. kötü bir niyetim yoktu. sonra gittik barıştık falan teyzeyle. her neyse.

Şimdi ben bu teyzeye köpek dedim.(aslında demedim) şimdi bu teyzeyi yetiştirenler taa en başından köpek olmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlatsalardı sanırım bunlar böyle olmıcaktı, ve ya hayvanları küçük görüp aşşalamak yerine ''eşşek ne anlar hoşaftan'' diyeceğimize ''insan ne anlar samandan'' deseydik sanırım bu dünya daha yaşanası bir yer olurdu. o zaman ne insanlar ineklere tapardı ne de hayvanlar insanlardan korkardı.

Bu yazının altına '' tezek '' diye değil de ''su katılmamış hayvan'' diye imza atmak istiyorum.


Hayvan büyük puntolarla.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Masumiyet

bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı'da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan. bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filmciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı. sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma. dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor'a kesikmiş. zagor da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar'a ; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor'u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunlar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor'a, sonra komalık. ankara'da oluyor bunlar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat. ama bu sefer başka güzel orospu. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor'a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, nasıl? diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak... işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor'a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden. önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor'a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. naptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul'a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile. beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop'ta oluyo bunlar. ben de döndüm istanbul'a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır'a, zagor'un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul'da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor'un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daha açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır'a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır'dayım. bi soruşturma. kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. "oğlum bekir" dedim kendi kendime, "yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi." o gün bugün usul usul yürüyorum işte.

3 Mayıs 2011 Salı

Küçük Arı'dan...

Okyanusların yeryüzünün yüzde yetmişini kapladığını ve kocamın sayesinde bunu farketmediğimi; onun benim için ne kadar büyük olduğunu düşünmek yeter.

...çünkü bazen gördüğü güzellikler çok fazla gelir insana.

Ama katillerde işler böyle yürümüyordu sanırım. Senin için masumiyetin sonu olan şey onlar için yeni bir salı sabahıydı ve yaşayanların dünyasını düşünmeden kendi ölüm gezegenlerine yürüyüp giderlerdi.

Artık konuşmamı durduramazdım çünkü hikayeme başlamıştım ve hikaye bitmek istiyordu. Nerede başlayıp nerede bitireceğimize biz karar vermeyiz. Hikayelerimiz bizim anlatıcılarımızdır.

Aklının iyi olması için önce özgür olman gerekir, anlıyor musun?

Büyümek ne kadar acı değil mi? Charlie'm gibi başlıyorsun. Bütün kötüleri öldürüp, dünyayı kurtaracağına inanarak başlıyorsun. Sonra biraz daha büyüyorsun, Küçük Arı kadar belki...ve dünyadaki kötülüklerin bir kısmının kendi içinde olduğunu fark ediyorsun; belki de kendinin de onun bir parçası olduğunu. Ve hala biraz daha büyüyorsun ve biraz daha rahat yaşamaya başlıyorsun, o zaman kendi içinde gördüğün kötülüğün o kadar kötü olup olmadığını düşünmeye başlıyorsun.

Siz makineler dünyasında yaşıyorsunuz ve kalbi çarpan şeylerin düşünü kuruyorsunuz. Biz makineleri düşlüyoruz çünkü çarpan kalplerin bizi terk ettiğini gördük.

İnsanlar hayatlarını nasıl değiştireceklerini düşünüp dururlar, oysa gerçekten ürkütecek ölçüde kolay bir iş.

Eğer yüzün hayatın ağır tokatlarıyla şiştiyse, gülümse ve şişman bir adammışsın gibi davran.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Gelecek(te) O Günler

Biz neyiz?
Neredeyiz?
Ne yapıyoruz?

Her şey bir toz bulutundan meydana gel... Ol dedi ve ol...

Sanki yarım kalan bir şeyler var.Bu yarım kalan şeyler hiç bitmeyecek gibi çünkü insanoğlu düşünmeye devam ettikçe ve ürettikçe bilgi varlığını devam ettirecek; bitmeyen bilgi edinme isteği ve bu merakın meyvesi olan bilgi her zaman yarım kalacak, bayraklar el değiştirecek.

Yaşamımız bir düşünceye, bir amaca hizmet etmeli ve bu doğrultuda ilkelerimiz olmalı bunlar bizim kişiliğimizin harcı olmalı.Yalnız şu var ki tek bir ölçüt olmamalı her şey tek bir hedefe odaklanmamalı.Demek istediğim düşünceyi düşünmek ama "etraflıca" düşünmek.Ne demek bu? Bunu yapmak için bahsettiğim kişilik ilkeleri oturmalı ve bu mantık çerçevesinde fikir sentezleri yapılmalı.Peki biz ne kadar düşünüyoruz, nelerle uğraşıyoruz?

Düşünme bilinci eğitim altyapısıyla mümkündür.Klasik bir giriş yaparak eğitim ailede başlar diyeceğim.Evet aile ve ailenin bulunduğu sosyal çevre daha sonra okul ve okulun bulunduğu sosyal çevre ve okul içindeki sosyal çevre ile de devam eder.Tabi okuldaki eğitimi saygıdeğer hocalarımız şekillendirir.Onları da devletimizin belirlediği müfredat şekillendirir hatta bazı hocalarımız müfredat yetişsin diye konuları hızlı hızlı anlatırlar.Zaten sistem kendini belli ediyor, bu kadar yüzeysel bir anlayışla eğitim mümkün müdür?Bizim eğitim sistemimiz nasıl işlemekte? İlköğretim yıllarıma baktığımda birçok şey öğrendiğimi hatırlıyorum.Bu bilgiler özellikle 5. sınıftan sonra sadece sınava yönelik olarak zihinlerimize sokulmaya çalışılıyor.Öğrenmek zorunlu hale getiriliyor.Evet öğrenmek zorunluluktan doğmuş zaten ama bu zorunluluk süreci tarifsiz bir emeğin ve zevkin sefasıdır.Sözde bilgi çağındayız,ayaklarımıza kadar seriyorlar bilgiyi.Saatlerce kalem gibi sarılıp pişirilen yaprak sarmalarının 5 saniyede midemize inmesi gibi bir şey bu.O bilgilerin ne tür bir ihtiyaçtan ortaya çıktığı, nasıl zahmetlere katlanıldığı hakkında bilgi sahibi olmaksızın bu işin kimyasını anlamamız mümkün mü?Bilginin hiçbir işlerliği yok sanki.Sırf bu yüzden bir soru sorar olduk:"Bu bilgiler gerçek hayatta ne işimize yarayacak hocam??!!".Bu öyle bir soru ki "gerçek" kelimesine dikkat çekmek istiyorum.Bilginin temel amacını açıklıyor bu kelime.Bir bilgi kullanılabilmek için varolmuştur, tamamen canlıdır ama biz onu "test" denen küçük yuvarlakları doldurmak için kullanıyoruz mezar taşını dikiyoruz.Bu büyük bir ihanet, ayıp.Bilgiye edilen bir küfür bence.Bilgi sınavla ortaya çıkmaz ihtiyaç duyarız ona bir konuda ve icat ederiz.Bilgi özverili, güzel bir ortamda aklımızdan insanlığa doğru uçar gider ve bizi mutluluğa kavuşturur.Bilginin doğası kullanılma, yarar amacı güder.Bize öğretilmesi gereken "okul için değil öğrenmek için öğrenmek" olmalı.Bize dayatılan ise öğretmek için öğretmek.Denilen şu elimizden geleni yaptık en modern eğitimi verdik sen odunsun anlamıyorsun ya da ne güzel öğrenmişsin çatır çatır çözdün o soruları.Eeeee... Noldu serveti fünun, 1 ayda ezberlenen formüller, yazarlar.Bu yüzden kitap okumayı sevmeyen edebiyat öğrencisi arkadaşlarımız var, bu yüzden matematiği öcü sanan arkadaşlarımız var.Bunun nedeni öğretmeyi bilmememiz, saçma sapan amaçlarımız ve bu doğrultudaki yöntemlerimiz.



Tüm dünyanın dengesini temelden sarsan sorun bu.Her gün daha da mutsuz olan kuşakların castin bibır dinlemesi bu yüzden, Kıbrıs'ı Karadeniz'de sanan Türk vatandaşının yaşamını sürdürmesi bu yüzden!



Düşünsek neler yapıcaz ama eğitim terk'iz...

1 Mayıs 2011 Pazar

Çifte Kavrulmuş Lokum Yarı Tanrıdır.

Amacım cumartesi günümden bi kaç enstentane vermek, konunun lokumla uzaktan yakından bi alakası yok aslında. Başlığın bu şekilde olmasının sebebi; konunun küçük bir kısmının lokumdan oluşması ama lokumun kendini konuya hakimmiş gibi hissettirmesindendir. Çünkü lokum candır, yarı tanrıdır, doğa üstü güçleri vardır.

Dün akşam 17.00 sularında başlayan Lineer Cebir sınavım, berbat geçti üzerinize afiyet. Beklentim çok büyüktü ve kendime güvenim tamdı sınava girerken. Yapabiliyordum, denemiş ve yanılmamıştım biçok kez. Ümitlenmiş, ummuş, beklemiştim bi nevii. Olmadı, olduramadım. Yine hüsranla sonuçlanan bir sınavın ardından, sınavzede diğer dostlarımla beraber bi taksim gecesi tertibleyelim dedik. Nitekim döküldük yollara. Başımdaki hayal kırıklığı ve hüsran kaynaklı ağrı olmasa daha eğlenceli bi gece geçirebilirdim kendi içimde. Yine de kapanış çalışması çok güzel oldu... Şöyle ki; AÖS'e gitmek üzere minibüse bindireceğimiz arkadaşımız E.T. için 4 kişi sırada beklerken dolaylı yollardan önümüzdeki insanla konuşmaya başladığımızı farkettik. Kendisi oyuncuymuş. Hatta T.B. kendisini tanıyıp "aaa ben izledim sizi Behzat Ç. de doktordunuz siz, sapıktınız hatta." Diye sevinç çığlıkları attı. Sapık olmak hoşuna gittiğinden midir yoksa sahnesi izlendiğinden midir bilinmez dizi kişisi ayrıca bi mutlu oldu. Tebessüm etti 10 dakika boyunca. Sonra bizi oyununa çağırdı. 22 Mayıs'ta Nayal Bar'da (Mis Sokak) doğaçlama tiyatro ekibiyle küçük bi göserileri varmış. Bilet 10liraymış bilete de bir bira dahilmiş. Eğer kendi bünyelerinde bi alt grup oluştururlarsa E.T. ve ben anında yancı olucaz çünkü bizde heves 1TRİLYON. Dizi kişisi de bunu kabul ettiğine göre önümüzde somut bi engel kalmadı demektir. Dizi kişisi de canmış, yazarken farkettim.

Saat 23.45 sularında otobüsten indim ve yurdun yolunu tutarken beynimden "çifte kavrulmuş lokum yemelisin, bu senin tek amacın" sinyalleri aldım. Ben de beynime "bre ruh hastası bu saatte açık lokumcu mu olur" diye yoğun sinyaller gönderdim. Sanki ayaklarım nefsime söz geçiremezmiş gibi, yolumun üstü olmayan bi sokağa yöneldi. Dedim ki kendi kendime, "bu gece son olabilir, bi daha fatihten bildiremeyebilirsin" dedim. Kendi kendim de bana "lokumu düşün, cesareti burdan al" dedi. Ve sadece 15 20 adım ötede açık lokumcu buldum. Saate dikkat çekmek istiyorum. Lokumcunun ruh sağlığından şüpheliyim ama iyiki varsın nöbetçi lokumcu. Seni çok seviyorum... Yurda yürüdüğüm 10 dakika içinde yarım kiloya yakın lokum yememin vermiş olduğu rahatsızlıkla kendimi odaya zor attım ama değdi.
















Lokuma değer, çifte kavrulmuşuna çifte değer.

-Fatih'in lokumları çok güzel. Güzel günler dilerim.-

Castin Biğbır

Justin Bieber 94 doğumlu bir youtube şarkıcısı. 2008 yılında youtube'a eklediği videolar sayesinde keşfedildi ve şu an pek çok kesimce hoş karşılanmasa da en çok kazanan şarkıcılardan biri. Özellikle üniversite öncesi dönem çocuklarına (liseli demek istemiyorum, orta okullusu var, ilkokullusu var) hitap ediyor. Buraya kadar her şey çok normal.

Gelelim Justin Bieber'ın vatan meselesi haline getirilmesine. Resmen iki cephe oluşmuş durumda, ilk cephe Justin Bieber fanatikleri. Justin'in yaptığı müziğe tapan insanlar. İkinci cephe Justin Bieber'ın yaptığı müziği beğenmeyen, onu eleştiren ve müzik dünyasının en abartılmış balonu olduğunu düşünenler. İşte ip burada kopuyor.

Ben Justin'in dinlenmeye değer bir müzik yaptığını düşünmüyorum. Ancak, anlamadığım olay Justin Bieber dinleyenlere kötü gözle bakılması. Yani sonuçta, ben Selda Bağcan dinliyorum diye komunist, Ahmet Kaya dinliyorum diye PKK yandaşı, System of a Down dinliyorum diye Türk düşmanı mı oluyorum? Ne alaka demeyin.. Aynı şey bunlar.

Dinlediğimiz her şarkının sözlerini anlıyor muyuz? Ne mesaj içerdiği umrumuzda mı? Değil. Olmamalı da. Müziğin evrensel bir dil olduğunu herkes kabul ediyor.

Sonuç olarak, Justin Bieber'ı tanımamak isterdim, ondan haberdar olmamak çok isterdim. Ama bir şekilde oldu. Kendisini dinleyenlere saygım var. Ama ben sevmiyorum, dinlemiyorum, dinletmiyorum, siklemiyorum.




Ben ve Ayhan

Sevgili günlük

Sabah uyandım. tabi ki uyanır uyanmaz aklıma gelen şeylerin en büyüğü akşamki beşiktaş-galatasaray maçıydı. panpalarımla buluştuk. güzel bi yemek yedik ardında balık pazarında bira içtik. bir arkadaşımıza zorla içirdik hatta birayı. mekandan kalkıp şampiyon kokoreçin tuvaletinde verdiğimiz kısa bir moladan sonra dolmabahçe'nin devasa surlarının yanından stada yürüdük. polislerin herzaman ki sıkıcı aramasından sonra stada girdik, yerimizi aldık,genç takımların ve hentbol takımının oyunculaırnı alkışladık ve maçı bekledik. oyuncular sahaya çıktı, santrayla beraber yine güzel bi üçlüyü patlattık. ilk yarıda necip ve ernst'in olmayışını sürekli panpalarımla istişare ettik. devre arası oldu oturduk. maç başladı tekrar ayağa kalktık. gol attık sevinirken bi tane daha attık. 2-0 oldu. bizim yeni açık ''koyduk mu?'' diye bağırırken benim ve panpalarımın içi ürperdi. ne de olsa 2 hafta önce gençlerbirliğiyle oynadığımız maç 2-0dan 2-2 bitmişti. maç devam etti son dakkalar yaklaştı. skor kendisini korurken kapalıdan bir tezahurat yükseldi:

'' Suç sende değil seni doğuran ananda
  Ananı s.keceğiz bu akşam burada!
  oooooo Ayhan Akman''

Ben ve panpalarım bu tezahurata eşlik ederken bi an bile duraksamadık.maç bitti. stadın boşalmasını bekledik. kısa bi tuvalet molası ondan, sonra staddan çıktık ve panpalarımla teket teker ayrıldık. otobüse bindim akbilimi bastım. gün içinde olanları düşünürken aklıma ayhan geldi. ayhanın ailesi geldi. ayhanın 34 yaşında olduğu geldi. düşündüm.küçükken çok sevdiğim futbolcu kağıtlarımdan, beşiktaş formalı ayhanı hatırladım.duraksadım. gerektiği zaman kendi formasını bile giymemiş yerli yabancı herhangi bir futbolcuyu beşiktaş tribünlerinin nasıl alkışladığı geldi aklıma. kaldı ki 34 yaşında bir adam. noldu da bu adama durup dururken küfür etmeye başladı bu taraftar?

Oldum olası ''affet büyüklük sende kalsın'',''affetmek büyüklüktür'' gibi lafların boşluğu rahatsız etmiştir beni.

Beşiktaş forması giymiş herhangi bir futbolcu ismi duyduğumda tümer dahil içimde kimi zaman cılız kimi zaman sağlam bi heyecan olur.çünkü o oyuncuların kimisi hiç sevindirmese bile beni, o forma üstlerinde olduğu an benim için hep bi umut olmuştur saha içinde hep onlardan bir şey umut etmişimdir. ve belki de o umut o isimleri duyduğumda hala içimin ısınmasını sağlar. fakat

tek bir kişi hariç:

ayhan akman!